1 Aralık 2011 Perşembe

Aile Hayatı

    BİR ÇOCUĞUN MELEĞİ
Bir zamanlar dünyaya gelmeye hazırlanan bir çocuk varmış bir gün Allah’a sormuş.... 
Allah’ım beni yarın dünyaya göndereceğini söylediler.
Fakat ben o kadar küçük ve güçsüzüm ki orada nasıl yaşayacağım?  
Tüm meleklerin bir tanesini senin için seçtim. O seni bekliyor alacak ve seni koruyacak. Meleğim her gün sana şarkı söyleyecek ve gülümseyecek. Böylece sen onun sevgisini hissedecek ve mutlu olacaksın. 
         Peki insanlar bana bir şey söylediklerinde dillerini bilmeden söylediklerini nasıl anlayacağım?
         Meleğin sana dünyada duyabileceğin en güzel en tatlı sözcükleri söyleyecek, sana konuşmayı dikkatle ve sevgiyle öğretecek. 
         Peki Allah’ım ben seninle konuşmak istersem ne yapacağım. 
         Meleğin sana ellerini açarak bana dua etmeyi öğretecek. 
         Dünyada kötü adamlar olduğunu duydum, Beni kim koruyacak. 
         Meleğin seni, kendi hayatı pahasına dahi olsa daima koruyacak. 
         Fakat ben seni bir daha göremeyeceğim için çok üzgünüm.
         Meleğin sana sürekli benden söz edecek ve bana gelmenin yollarını öğretecek.
         O sırada Cennet’te bir sessizlik olur ve dünyanın sesleri Cennet’e gelmeye başlar çocuk gitmek üzere olduğunu anlar ve sorar. 
         Allahım, eğer gitmek üzereysem lütfen söyle, meleğimin adı ne? 
         Meleğinin adının önemi yok yavrum, sen onu “Anne” diye çağıracaksın.
    1. AİLE  :
 Aile, aralarında evlilik, kan ve çocuk bağları olan, aynı çatı altındayaşayan, ortak geliri paylaşan, kendine özgü benzer görgü, inanç ve değerleri bulunan, toplumsal rolleriyle iletişim ve etkileşim içinde olan insanlardan oluşan en küçük toplumsal kurumdur.
     Her ailenin kendine özgü özellikleri olmakla birlikte, tüm ailelerde bulunan genel nitelikler şu şekilde sıralanabilir;
  • Aile evrensel bir kurumdur.
  • Duygusal bir temele dayanmaktadır.
  • Şekillendirme özelliğine sahiptir.
  • Biyolojik koşullar çerçevesinde sınırlı bir büyüklüğe sahiptir.
  • Toplumsal yapı içerisinde çekirdek özelliği taşımaktadır.
  • Aile üyelerinin, yaşam boyu süren isteklere karşı, sorumlulukları vardır.
  • Toplumsal yasakların ve yasaların şekillendirdiği bir sosyal düzendir.
  • Hem sürekli, hem de geçici bir özelliği vardır.
 Aile yapısal ve işlevsel özellikleri dikkate alınarak iki grupta toplanabilir. Yapısal özellikleri bakımından aile çeşitleri ise, kendi içinde "Geleneksel Geniş Aile" ve "Çekirdek Aile" işlevsel özellikleri bakımından da "Sağlıklı Aile" ve "Sağlıksız Aile" diye ikiye ayrılır.
2. GELENEKSEL GENİŞ AİLE VE İŞLEVLERİ :
     Birden çok kuşağın bir arada yaşadığı, ortak mülkiyet esasına dayalı bir birimdir. 
Bu aile biçimi üretim, tüketim, eğitim, sosyal güvenlik, koruma, üreme ve psikolojik doyum gibi bir çok işlevi yerine getirmektedir. Geleneksel geniş ailenin işlevleri şöyle sıralanabilir;
  • 1.      Gereksinme duyulan mal ve hizmetler bu aile tarafından üretilir ve tüketilir.Gelir tek elde toplanır ve giderler tek elden yapılır.
  • 2.       Aile üyeleri toplumsal statülerini aileden alırlar.
  • 3.      Kişinin korunma işlevini aile üstlenmiştir.
  • 4.      Yalnız dinsel eğitim vermekle yetinilmez, üyelerin ibadetleri de denetlenir.
  • 5.      Aile üyeleri tüm boş zamanlarını diğer aile üyeleri ile paylaşırlar.
  • 6.      Kuşakların sürekliliği temel işlevdir.
  • Geleneksel ailede eğitim daha ayrıntılıdır.
    3. ÇEKİRDEK AİLE VE İŞLEVLERİ :
   Anne, baba ve evlenmemiş çocuklardan oluşan ailelere çekirdek aile denir. Hareketli iş gücüne gereksinme duyan ve statünün akrabalık ilişkilerine göre değil, kişisel yetenek ve becerilerle elde edildiği sanayileşmiş toplumlarda buaile tipi ağırlıktadır. Çekirdek ailenin yalnız iki toplumsal işlevi yerine getirdiğibelirtilmektedir.
       a. Soyun sürekliliği ve toplumsallaşma işlevi
       b. Psikolojik dengenin sağlanması
   4. SAĞLIKLI AİLE  :
  Sağlıklı ailede her çocuğun kendine özgü bir kişiliği olduğu bilinir ve kabul edilir.Çocuklar kişilik özellikleri doğrultusunda yönlendirilirler, belli bir kalıba sokulmak için zorlanmazlar. Sağlıklı ailenin iç yapısında ve işleyişinde esneklik vardır. Ev düzeninin işlerliğini sağlayan görevler, değişen durumlara göre el değiştirir. Bireyler arasında, özellikle anababa ile çocuklar arasında sağlıklı bir iletişim ve diyalog vardır. Düşüncelerin birbirine karşıt değil, birbirini tamamlayıcı olması gerektiği çocuklara gösterilir.
     Sağlıklı ailede koşulsuz bir sevgi vardır. Koşulsuz sevgi, "kişiyi şu an ki davranışlarının ötesinde, onun potansiyeline ve özüne dönük olarak sevmek"tir. Koşulsuz sevgi, kişinin kendine güvenmesine yol açar. Bireyin kendi değerlerini ve özünü bulmasına, kendini bir bütün olarak ve olduğu gibi kabullenmesine neden olur.
5. SAĞLIKSIZ AİLE  :
    Sağlıksız ailelerde her çocuğun kendine özgü bir kişiliği olduğu, kapasitesi, yetenekleri, doğal eğilimleri ve ilgileri yönünden farklı olabileceği; gelişiminin ve yönlendirilmesinin bu doğrultuda olması gerektiği bilinmez ve kabul edilmez. Bu nedenle de, önceden belirlenmiş kalıplar içine sokulmaya çalışılır. Çocuktan beklenen, anababanın isteklerine koşulsuz itaat etmesidir.
     Sağlıksız ailelerde, bireyler arası ilişkiler korku ve nefret temeline dayanır. Herkes kendi dünyasında yaşar, çocuklar uyumsuz ve suç işlemeye eğilimli olurlar. Kendi haklarını savunmak, bir birey olarak var olduklarını gösterebilmek yaşamlarının en önemli odak noktasını oluşturur. Bütün çabalarını, kendilerini kanıtlama üzerine kurarlar. 
6. TÜRK TOPLUMUNDA AİLE  :
     Türkiye'de aileler yapısal bakımdan "ataerkil geniş aile", "geçiş halinde geniş aile" ve "çekirdek aile" olarak üç grupta toplanabilir.
     Eşler arasındaki ilişkiler, duygusal doyum ve etkileşim yerine, ekonomik açıdan yaşamı sürdürme ile kuşakların devamı üzerine kurulmuştur. Eşlerin farklı alanlarda etkinlik göstermesi ve statülerinin farklı olması, erkeklerin erkeklerle ve kadınların da kadınlarla yaşadığı bir ilişki biçiminin oluşmasına yol açmıştır.
     Kısaca, günümüzdeki Türk ailelerinde geleneksellik ve modernlik bir arada görülmektedir.
7. GENEL OLARAK AİLENİN ROLÜ VE ÖNEMİ  :
     Çocukların gelişimi ve eğitiminde ailenin genel anlamdaki görevleri beş grupta toplanabilir.
  •        a. Temel gereksinmelerin karşılanması
  •        b. Duygusal gereksinmelerin karşılanması
  •        c. Çocuğun korunması
  •        d. Sosyalleştirme, kültür edindirme
  •        e. Bilgi ve beceri kazandırmak
8. ANNENİN VE BABANIN ROLÜ VE ÖNEMİ  :
     Anababanın ailedeki rolleri ve işlevleri bir toplumdan diğerine değişmektedir. Bu rol işlevler meslekler, sosyo-ekonomik durumlara göre farklılaşmalar göstermektedir. Bununla birlikte, kimi görev ve sorumlulukların,ayrıcalık ve tutumların özel bir biçimde anne ya da baba rolüne daha uygun olduğudüşünülebilir.
9. ANNE YOKLUĞUNUN ETKİLERİ  :
   Anne yoksunluğunun ya da anneden ayrılmanın çocuğu nasıl etkilediği konusundaki araştırma bulguları şöyle özetlenebilir.
   a. Ayrılık her çocuğu farklı bir şekilde etkiler. Bu etki ayrılığın süresine, ayrılma nedenine ve çocuk ile aile içi ilişkilere bağlıdır.
   b. Anne-çocuk ayrılığı ilk beş yılda önemli sorunlara yol açabilir. Anne ayrılığının çocuğu en çok etkilediği dönem altı ay ile üç yaşları arasındaki dönemdir.
   c. Annelerinden bir hafta ya da daha uzun bir süre ayrı kalan çocuklar durgunlaşır, çekingen bir hal alırlar, çöküntü belirtileri gösterirler ve onları bu durumdan kurtarmak güçtür. 
   d. Çocukların tepkileri anne ile çocuk arasındaki ilişkilerin sıklığına, çocukla bakıcısının arasında daha önce kurulan ilişkilere ve bakıcısının niteliğine bağlıdır.
10. BABA YOKLUĞUNUN ETKİLERİ  :
     Baba yoksunluğunun ya da babadan ayrılmanın çocuklarda denetim mekanizmasının oluşmasını, zihinsel gelişmeyi, okul başarısını, özellikle erkeklerde cinsel kimliğin kazanılmasını olumsuz yönde etkilediği, ruhsal ve davranışsal bozukluklara, hatta intiharlara ve cinsel sapınçlara yol açtığı söylenebilir.
11. AİLEDE DİSİPLİN ANLAYIŞI VE ANABABA TUTUMLARI  :
     Disiplin bir düzen, bir yaşal biçimidir. Disiplinli bir yaşam, rastlantılara pek fazla yer vermeyen, mantıklı, düşünülmüş, planlanmış, sağlıklı ve düzenli bir yaşam demektir.
     Anababaların tutum ve davranışları çocukların vicdan ve ahlak gelişimini, uyumlu-uyumsuz, etken-edilgen, bağımlı-özerk, içedönük-dışadönük, vb. bir kişilik oluşturmalarını büyük ölçüde etkileyebilir. Bu tutumlar altı grupta toplanabilir: Otoriter tutum, aşırı hoşgörülü tutum, aşırı koruyucu tutum, dengesiz ve kararsız tutum, ilgisiz tutum, demokratik tutum.
     a. OTORİTER TUTUM  :
     Bu tutumda çocukların kişilik özellikleri, ilgi ve gereksinmeleri, dikkate alınmaz. Çocuğun istekleri bastırılmaya çalışılır. Katı bir disiplin anlayışı vardır. Anababa ile çocuk arasındaki sözel iletişime önem verilmez, çocuğun özerk bir kişilik geliştirmesi, bireyselleşmesi desteklenmez. Eğitimde başvurulan yöntem cezadır ve genellikle verilen ceza suçla orantılı değildir.
     b. İZİN VERİCİ TUTUM  :
     Denetimin düşük, tepkiselliğin yüksek olduğu bir tutumdur. Çocuğun tercihlerine karışılmaz. Kurallara uyulmadığında yaptırım uygulanmaz. Genellikle orta yaşın üstünde çocuk sahibi olan ailelerde ya da kalabalık yetişkinler grubu içinde büyüyen tek çocuklu ailelerde sıkça görülür.
     c. KORUYUCU TUTUM  :
     Bu tür ailelerde anababalar çocuğa gereğinden çok özen gösterirler ve onu denetim altında tutarlar. Daha çok anne-çocuk ilişkisinde ortaya çıkar. Anneleri koruyucu bir tutuma iten nedenler dört grupta toplanabilir;
  • İlk çocuğun ölmesi, uzun süre çocuklarının olmaması.
  • Annenin kendi çocukluğunda sevgi ve şefkatten yoksun bir ailede büyümesi.
  • Anne ile baba arasında paylaşılan sosyal yaşamın son derece az olması.
  • Annenin ruhsal yönden dengesiz olması.
     d. DENGESİZ VE KARARSIZ TUTUM  :
     Anababanın dengesiz ve kararsız tutumu, ana-baba arasındaki görüş ayrılığından ileri gelebileceği gibi, anne ya da babanın kendi içinde gösterdiği değişken tutumdanda ileri gelebilir. Bu durum, çocukta değerler sisteminin oluşmasını önleyebileceği gibi, onun kendi kendisiyle ve ana-babasıyla çatışmasına neden olur.
     e. İLGİSİZ TUTUM  :
     Bu tutumda hem denetim hem de çocuğun ilgi ve gereksinmelerine karşı gösterilen tepki çok düşüktür. Anababaların aşırı derecede ilgisiz olması durumunda çocuk istismarı söz konusudur. 
     f. DEMOKRATİK TUTUM  :
     Demokratik tutum, çocukların hem denetlenmesini hem de ilgi ve gereksinmelere karşı duyarlı davranılmasını amaçlayan bir tutumdur. Uyulması gereken kurallar ve standartlar önceden belirlenir ve çocuklara açıklanır. Çocukların kurallara uymasına yardım edilir. Ancak kurallara uyulmadığı zaman da yaptırımlar uygulanır. Anababalar kendi görüşlerine değer verilmesini istedikleri gibi onlar da çocukların görüşlerine değer verirler.
     g. ANABABA TUTUMLARINI ETKİLEYEN ETKENLER  :
     Anababaların disiplin anlayışını ve çocuklara karşı tutumlarını etkileyen etkenler altı grupta toplanabilir;
  • Çocuğun yaşı
  • Çocuğun cinsiyeti
  • Ailenin sosyo-ekonomik durumu
  • Anababanın yetişme biçimi
  • Ana-baba arasındaki ilişkiler
  • Kültürel özellikler
   12. AİLEDE İLETİŞİM  :
     a. İLETİŞİM VE İLETİŞİM MODELİ  :
     Genel olarak iletişim, iki birim arasındaki ileti alışverişidir. İki yönlü bir süreçtir, iletinin yalnızca gönderilmesi ya da alınması iletişimi oluşturmaz. Bir iletişim modeli aşağıdaki süreç ve öğelerden oluşur.
  •          İletişim birimleri
  •          İleti
  •          Kanal
  •          Geribildirim
  •          İletişim ortamı
     b. KABUL ETME VE ETKİLİ İLETİŞİM BECERİLERİ  :
     Kabul etmek, bir çocuğu olumlu-olumsuz, iyi-kötü tüm yönleriyle kabul etmektir ve onaylamaktan oldukça farklı bir kavramdır. Kabul edilen şey bireyin kendisi, yani varlığıdır, onaylanan ya da onaylanmayan şey ise davranışlarıdır. Bir çocuğu kabul etme davranışları çeşitli şekillerde gösterilir.
  •          Çocuğa Karışmama
  •          Edilgin Dinleme
  •          Konuşmaya Özendirmek
  •          Etkin dinleme 
    c. KABUL ETMEME VE İLETİŞİM ENGELLERİ  :
    Bir insanı kabul etmeme, onu olduğu gibi değil, olmasını istediğimiz şekilde görmektir. Etkisiz iletişimler denilen iletişim engelleri on iki grupta toplanabilir.
  •      Emir vermek, yönlendirmek
  •          Uyarmak, gözdağı vermek
  •          Ahlak dersi vermek
  •          Öğüt vermek, çözüm ve öneri getirmek
  •          Öğretmek, nutuk çekmek, mantıklı düşünceler önermek
  •          Yargılamak, eleştirmek, suçlamak
  •          Övmek, aynı düşüncede olmak
  •          Ad takmak, alay etmek, utandırmak
  •          Yorumlamak, analiz etmek, tanı koymak
  •          Güven vermek, desteklemek, duygularını paylaşmak
  •          Soru sormak, sorgulamak, sınamak
  •          Konuyu saptırmak, alay etmek, oyalamak
    d.     ANABABA-ÇOCUK İLİŞKİLERİNİN YOL AÇTIĞI SORUNLAR VE BAŞVURULAN
İLETİŞİM YÖNTEMLERİ  :
Anababa ile çocuklar arasındaki çatışmalarda sorunların nasıl çözümlenebileceği, ne tür bir iletişim yönteminin kullanılacağı, daha çok, sorunun kimi ilgilendirdiği ile ilgilidir. Önce sorunun kimi ilgilendirdiğini ya da kime ait olduğunu saptamak, sonra da buna uygun iletişim yöntemleri kullanmak gerekir.
    e. SORUN ÇOCUĞUN  :
   Sorun çocuğun olduğu zaman en iyi iletişim biçimi etkin dinlemedir. Etkin dinlemenin yararları;
  •          Duygusal boşalıma ve duyguların keşfedilmesine yol açar.
  •          Çocukların olumsuz duygularında korkmamalarına yardım eder.
  •          Anababa ile çocuk arasında sıcak bir ilişkinin kurulmasını sağlar.
  •          Gerçek soruna ulaşmayı sağlar.
  •          Çocukta sorumluluk duygusunun gelişmesine yardım eder.
  •          Çocukları anababalarını dinlemeye daha istekli yapar. 
    f. SORUN ANABABANIN  :
  •          Çözüm iletileri göndermek
  •          Bastırıcı iletiler göndermek
  •          Ben dilini kullanmak 
   g. SORUN İLİŞKİSEL  :
·         Anababa kendi çözümünü çocuğa kabul ettirmeyi düşünür ve çözümü kararlaştırır.
·       Anababa kendi çözümlerini kabul etmesi için çocuğu iknaya çalışır, ikna edemezlerse anababa çocuğunun istediğini yapmasına razı olur.
·         Sorunu ya da çatışmayı birlikte çözmeyi amaçlayan bir yöntemdir. 
  13. ÇOCUKLUK VE ERGENLİK DÖNEMİNDE GÖRÜLEN BAZI GELİŞİM ÖZELLİKLERİ YA DA SORUNLAR VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ  :
Çocukların ve ergenlerin davranışlarını etkileyen etkenler çok çeşitli ve karmaşıktır. Bu nedenle, bir gelişim özelliğini ya da herhangi bir sorunu başka bir gelişim özelliği ya da sorunla açıklamak olanaksızdır. Bu gelişim özellikleri ya da sorunlar şu konu başlıklarında incelenebilir.
  •          Okul öncesi dönemde çocuğun deneyimsiz olması
  •          Anababa ile çocuk arasındaki ilişkiden kaynaklı sorunlar
  •          Aile ortamından kaynaklı sorunlar
 Çocukların gelişim ve eğitim açısından son derece önemli olan, aynı zamanda anababanın bilmesi ve çocuklarla ilişkilerde dikkate alması gereken, çoğu zaman da onları uğraştıran bazı gelişim özelliklerine ya da sorunlara ait çözüm önerileri şu başlıklarda ele alınabilir.
  •          Her çocuk eşsiz bir varlıktır.
  •          Her çocuğun güven ortamına ve özgüvene gereksinimi vardır.
  •          Her çocuk çevresini keşfetmek ister.
  •          Her çocuğun özerk bir kişilik geliştirme hakkı vardır.
  •          Her çocuk duygularını açıklama gereksinimi duyar.
  •          Yaşamın ilk yılları kritik bir evredir.
  •          Her çocuğun kendi cinsiyetine uygun bir cinsel kimlik geliştirme hakkı vardır.

ERGİNLİK VE ERGİNLİK DÖNEMİNDE GÖRÜLEN BAZI GELİŞİM   ÖZELLİKLERİ YA DA SORUNLARI:
     Erinlik, bedensel ve cinsel gelişmenin hızlı olduğu; çocukların olgunlaştığı bir dönemdir. ergenlik ise, bunlara ek olarak toplumsal, duygusal ve düşünsel gelişmenin oluştuğu, kişiliğin bütünleştiği ve benlik bilincinin kazanıldığı dönemdir.
Çocukluk döneminde olduğu gibi, ergenlik döneminde de ergenlerin gelişimi ve eğitimi açısından önemli olan ve anababanın bilmesi gereken bazı gelişim özellikleri ya da sorunları şöyle sıralanabilir.
  • Ergenlik döneminde beden imgesi ben imgesine, benlik kavramına dönüşür.
  • Ergenlik döneminde gençler sakarlaşırlar.
  • Ergenlik bedensel gelişmenin ruhsal gelişmeden daha hızlı olduğu bir dönemdir.
  • Ergenlik cinsel anlamda bir uyum dönemidir.
  • Ergenlik yeni bir özdeşleşme dönemidir.
  • Ergenlik özerkleşme, bağımsızlaşma dönemidir.
  DUYGUSAL  ZEKA... 
1.     Herkes kızabilir, bu kolaydır. Ancak doğru insana, doğru ölçüde, doğru zamanda, doğru nedenle ve doğru şekilde kızmak, işte bu kolay değildir.  
2.      Başkalarının ihtiyaç ya da umutsuzluğu anlaşılamıyorsa, ilgi ve şefkat de olmaz. Günümüzde en azından iki ahlaki tavra ihtiyacımız var: Kendine hakim olmak ve şefkat göstermek.  
3.      Öfke hissedildiğinde, kan akışı bir silahı tutmayı ya da düşmana vurmayı kolaylaştırıcı şekilde ellere yönelir; kalp atışı hızlanır, adrenalin gibi hormonların hızla salgılanmasıyla birlikte çevikçe hareket etmeye yetecek güçte enerji meydana gelir.

Korku hissedildiğinde ise, kan kaçmayı kolaylaştırmak için bacaklardaki gibi büyük iskelet kaslarına yönelir ve sanki yüzdeki kan çekilir, bu da kanın “donduğu” hissini verir. Bu arada saklanmanın daha iyi bir alternatif olup olmadığının anlaşılması için beden bir anlık donar. Beynin duygusal merkezlerindeki devreler onu alarma geçirip harekete hazırlamak üzere hormon salgılamasını başlatır.  Dikkat, nasıl tepki verilmesi gerektiğini değerlendirmek için yaklaşan tehlikeye odaklanır. 
4.      Şaşkınlıkla kalkan kaşlar, görüş alanının büyüyüp retinaya daha fazla ışık girmesini sağlar. Bu, beklenmedik durum hakkında daha fazla bilgi edinip çevrede neler olup bittiği anlayarak en uygun hareketin yapılmasına olanak verir. 
5.      Demek  ki, duygular mantıklı olmak için gereklidir. Duygu ile düşüncenin dansında, duygusal yetenek akılcı zihinle el ele verip düşüncenin kendisini devreye sokarak  veya devreden çıkararak  kararlarımızı her an yönlendirir. Benzer şekilde, düşünen beyin, duyguların kontrolden çıkıp  duygusal beynin dolu dizgin gittiği anlar hariç, duyguları idare eder. Bir bakıma, akılcı ve duygusal olmak üzere, iki beynimiz, iki zihnimiz ve iki farklı türden zekamız var demektir. Hayatı nasıl yaşadığımız her ikisi tarafından belirlenir. Sadece IQ  değil, duygusal  zeka da önemlidir. Aslında akıl, duygusal zeka olmadan tam verimli çalışamaz. 
6.     Soru: Nasıl olur da, zeka düzeyi bu kadar yüksek birisi böylesi akıl dışı, bu kadar aptalca  bir şey yapabilmiştir?  Yanıt: Akademik zekanın, duygusal yaşamla pek ilgisi yoktur. Aramızdaki en  zeki insanlar gem vuramadıkları tutkuların, söz geçiremedikleri dürtülerin  esiri  olabiliyor; yüksek  IQ’ lu kişiler özel yaşamlarını hayret edilecek ölçüde kötü yönetebiliyorlar. 
7.      Otoyolda giderken bir arabanın aniden önünüze çıkarak sizi tehlikeli biçimde sıkıştırdığını düşünün. Aklınızdan geçen ilk düşünce  “şu orospu çocuğuna bak!” ise, buna daha yoğun öfke ve intikam hislerini içeren  “bana çarpabilirdi! piç herif, bunu onun yanına kar bırakırsam adam değilim! “ düşüncelerini izleyip izlemediği öfkenin alacağı yön açısından son derece önemlidir. Siz, onun boğazını sıkarcasına direksiyonu sıktıkça, parmaklarınızın eklem yerleri beyazlaşmaya başlar. Vücudunuz kaçmaya değil, kavgaya hazır hale gelir; titremeye başlarsınız, alnınızda bocuk boncuk ter birikir,  kalbiniz  güm güm atar, yüz kaslarınız tehditkar bir ifadeyle gerilir. O adamı öldürmek gelir içinizden. Sonra, bu durum sizi yavaşlattığı için arkanızdaki arabanın sürücüsü korna çalacak olursa, ona karşı da öfkeyle patlamaya hazır hissedersiniz. İşte yüksek tansiyonun, gözü kara araba sürmenin, hatta otoyolda silah çekip ona buna ateş etmenin özünde yatan bunlardır. Öfkenin oluşmasına yol açan bu bir dizi düşünceyi, sizi sıkıştıran sürücü hakkında daha iyi niyetli bir düşünce tarzıyla karşılaştıralım: “Belki beni görmedi, belki de bu kadar dikkatsiz kullanması için iyi bir nedeni  vardır, birini hastaneye yetiştiriyor olabilir.“ Bu olasılıkları  düşünmek, öfkeyi acıma hisleriyle ya da en azından  hoşgörüyle yumuşatarak, öfke oluşumunun önünü keser. Sorun, bizi orantılı bir derecede ve gerektiğinde öfkelenmeye davet eden Aristo’ nun da hatırlattığı gibi, çoğu kez öfkeyi kontrol altına alamayışımızdır. Benjamin Franklin’in güzel bir şekilde dile getirdiği gibi; “Öfke hiçbir zaman nedensiz değildir, ama ender olarak iyi bir nedeni vardır.” 
8.      Öbür yandan, olumlu motivasyonun -heves, coşku, güven duygularının harekete geçirilmesi- başarıdaki rolünü düşünelim. Olimpik sporcular, dünya çapında müzisyenler ve satranç ustaları  üzerinde yapılan incelemelerde, hepsinin ortak özelliğinin kendi kendilerini motive ederek çok sıkı bir çalışma programını uygulayabilmeleri olduğu ortaya çıkmaktadır. Dünya çapında bir usta olmak için mükemmellik düzeyinin sürekli yükselmesi gerektiğinden, bu yoğun çalışma programları günümüzde çocukluktan itibaren  başlatılmaktadır. 1992 Olimpiyatları’nda Çin tramplen atlama takımının on iki yaşındaki üyeleri, Amerikan ekibinin yirmili yaşlarındaki üyelerinin yaşam boyu yaptıkları kadar antrenman yapmışlardır; Çinli tramplenciler yoğun antrenmanlara dört yaşından itibaren başlıyorlardı. Yine, yirminci yüzyılın keman virtüözleri bu aletle çalışmaya beş yaşından; uluslararası  satranç şampiyonaları ise oyuna yedi yaş civarında, sadece ulusal şampiyonluğu ulaşanlar ise on yaşlarında başlıyorlardı. Erken başlamak, yaşam boyu hissedilen bir avantaj sağlar. Berlin’deki en iyi müzik akademisinin yirmi yaşlarındaki en başarılı keman öğrencileri, hayatları boyunca onbin saat, onları takip eden ikinci sınıf öğrenciler ise ortalama yedi bin beş yüz saat çalışma yapmışlardı.  
9.      Dört yaşında olduğunuzu ve birinin size şunu teklif ettiğini düşünün: Eğer yapmakta olduğum görevi bitirmemi beklersen, iki lokum alabilirsin. Eğer o zamana kadar bekleyemezsen, hemen şimdi, ama sadece bir tane alabilirsin. Bu, tabii ki, dört yaşındaki bir çocuğun dürtü ile kendini tutma, id ile ego, arzu ile özdenetim, anında doyum  ile erteleme arasındaki sonuz savaşımın geçtiği minik dünyasında ruhunu zorlayacak bir öneridir. Çocuğun bunlardan hangisini seçtiği, onun hakkında çok şey ifade eder; bu sadece hızlı bir karakter okuma değil, aynı zamanda çocuğun yaşam boyu izleyeceği yol hakkında fikir veren bir sınavdır. 
10.  Bu dürtü anıyla nasıl baş edildiğine ilişkin teşhis gücü, on iki ile on dört yıl sonra  izlenmeye devam edilen çocuklar ergenlik çağına ulaştıklarında ortaya çıkmıştır. Lokumu kapan yuva çocuklarıyla doyumu erteleyen arkadaşları arasında, çarpıcı duygusal ve sosyal farklılıklar görülmüştür. Dört yaşında baştan çıkmaya karşı koyanlar, ergenliğe ulaştıklarında sosyal açıdan daha yeterliydiler, kişisel olarak etkiliydiler, kendini ortaya koyabiliyor, hayatta karşılaştıkları açmazlarla daha iyi mücadele ediyorlardı. Ayrıca  bu çocuklar stresli durumlarda çözülmeye, donup kalmaya, çocuksulaşmaya ya da baskı altında aklı karışmaya, dağılmaya daha az eğilimli, mücadeleden  kaçmayan ve zorluklar karşısında bile direnen; kendine karşı güvenli ve güvenilir; inisiyatif alan, projelerin üstüne atlayan gençler olmuşlardı. Ayrıca, on yıldan uzun bir süre sonra bile, hedeflerine ulaşmak için hala anlık doyumu erteleyebiliyorlardı.  
Çocukların lokumu hemen kapan üçte birinin ise, bu niteliklerin daha azına sahip oldukları ve ortak özellik olarak psikolojik açıdan daha sorunlu bir görünüm sundukları görülüyordu. Ergenlik çağında, sosyal temastan kaçınmaya, inatçı ve kararsız davranmaya, açmazlar karşısında kolayca sinirlenmeye; kendilerini “kötü” ya da değersiz olarak görmeye; stres altında hareketsizleşmeye  veya çocuksulaşmaya; insanlara güvenmemeye ve hep “yeteri kadar almadıklarından” yakınmaya; kıskançlık ve hasede kapılmaya; sinirlenince gereğinden fazla ve sert tepki vererek, tartışmalar, kavgalar başlatmaya daha yatkın gençler olmuşlardı. Ayrıca onca yıl sonra bile hala doyumu erteleyemiyorlardı. 
11.  Bilinen efsaneye göre, bir eski yunan prensesi olan Pandora’ya güzelliğini kıskanan tanrılar tarafından gizemli bir kutu armağan edilir ve hiçbir zaman açmaması gerektiği söylenir. Ancak bir gün, merak hissinin baştan çıkarıcılığına kapılan Pandora kutunun içine bakmak için kapağını kaldırır ve dünyaya hastalık, keyifsizlik ve çılgınlık gibi büyük belaları salmış olur. Fakat ona acıyan bir tanrı hayattaki tüm dertlerin tek devası olan umut’u kutuda tutacak bir şekilde kapağı kapatmasını sağlar.  
12.  Seligman iyimserliği, kişilerin başarı ve başarısızlıklarını kendilerine nasıl açıkladıkları bağlamında tarif etmektedir. İyimser kişiler başarısızlığı değiştirilebilir bir nedene bağlar ve böylece bir sonraki denemelerinde başarılı olacaklarına inanırlar; kötümserler ise başarısızlığın nedenini kendilerinde bulup değiştiremeyecekleri, sabit bir özelliğe atfederler. Bu farklı açıklamalar, insanların hayata karşı tepkisini derinden etkiler. Örneğin, bir iş başvurusunun geri çevrilmesinden duyulan hayal kırıklığına tepki olarak, iyimserler etkin ve umutlu bir biçimde bir eylem planı yapar, ya da yardım veya öneri isterler; yenilgiyi telafi edilebilir bir şey olarak görürler. Oysa kötümserler yenilgiye, bir dahaki sefere işlerin daha iyi gitmesi için hiçbir şey yapamayacaklarını  varsayarak tepki verirler; dolayısıyla sorunu çözmek için hiçbir şey yapmazlar; yenilgilerini, başlarına her zaman bela olacak kişisel bir eksikliğe bağlarlar. 
13.  Çocukluktaki ahenksizliğin hayat boyu ödenecek duygusal bedeli çok ağırdır; hem de sadece çocuk için değil. En acımasız, en şiddetli suçların failleri üzerinde yapılan bir çalışmada elde edilen bulgulara göre, bunları diğer suçlulardan ayıran hayatlarının erken dönemlerine ilişkin başlıca özellik, evlat edinildikleri bir evden diğerine yollanmış, ya da yetimhanelerde büyümüş olmalarıydı: hayat hikayeleri, duygusal bakımdan ihmal edildiklerini ve ahenk kurma fırsatını çok az bulduklarını gösteriyordu.  
14.  Daha önce de gördüğümüz gibi, bir yaşındaki bir çocuk bir başkasının düşüp ağlamaya başladığını gördüğün de kendisi de o sıkıntıyı hisseder: duygu birliği o kadar güçlü ve doğru- dandır ki, sanki acı çeken kendisiymiş gibi baş parmağını ağzına götürür, başını annesinin kucağına gömer. İlk yaşından sonra çocuklar diğerlerinden ayrı olduklarının farkına vardıklarında örneğin ağlayan bir bebeğe kendi oyuncak ayısını vererek, diğerini etkin bir şekil de yatıştırmaya çalışırlar. Henüz iki yaşındaki çocuklar, başkalarının hislerini gösteren işaretlere karşı daha da hassaslaşırlar; örneğin bu noktada ağlayan bir çocuğa, gururunu incitmeden yardımcı olmanın en iyi yolunun dikkati onun üstüne fazla çekmemek olduğunu anlayabilirler. 
15. Genelde çocuklara sarkıntılık gibi cinsel suçlara yol açan duygusal dizgeye bir bakalım. Döngü, tacizcinin kendisini kötü hissetmesiyle başlar, öfkeli, bunalımlı ve yalnızdır. Bu duygular kişinin TV’ de mutlu çiftlerin görüntülerini izleyip ardından yalnızlığı  dolayısıyla depresyona girmesiyle uyanabilir. bundan sonra tacizci teselli bulabileceği bir fanteziye, genellikle bir çocukla sıcak bir arkadaşlığın hayaline kaptırır kendisini; sonunda fantezi cinsel bir içerik kazanır ve mastürbasyonla sona erer. Ardından tacizci üzüntüsünden  geçici olarak kurtulduğunu hisseder, ancak bu rahatlama kısa süreli olur; sonrasında depresyon  ve yalnızlık hissi çok daha kuvvetlenmiş olarak geri döner. Tacizci fantezisini eyleme dönüştürmeyi düşünmeye başlar ve bunu şu cümlelerle meşrulaştırmaya çalışır: “eğer çocuk fiziksel zarar görmüyorsa, ben onun canını yakmıyorum demektir” ve “çocuk benimle bir cinsel ilişkiyi gerçekten istemezse,  beni durdurabilir”.  
16.  Suçlu psikopatları inceleyen bazı araştırmacılar, böylesi bir empati veya ilgi eksikliğinin, bu soğukkanlı manipülasyon yeteneğinin bazen nörolojik bir bozukluktan kaynaklanabileceğinden kuşkulanmaktadır. Vicdansız psikopatinin bir fizyolojik temeli olabileceği iki yöntemle gösterilmiştir; her ikisi de limbik beyin yönündeki sinir yollarının devrede olduğunu işaret etmektedir. Bunların birinde, insanların beyin dalgaları, harfleri karıştırılmış kelimeleri bulmaya çalışırken ölçülür. Kelimeler çok hızlı, saniyenin onda biri kadar bir süreyle gösterilir. Birçok kişi, öldürmek gibi duygu yüklü kelimelere sandalye gibi nötr kelimelerden farklı tepkiler gösterir: eğer duygu yüklü kelimenin harfleri karıştırılmışsa, daha çabuk karar verilebilir ve beyinlerin duygusal kelimelere tepki olarak belirgin bir dalgalanma modeli gösterir, ancak nötr kelimelere bu tepkiyi vermezler. Psikopatlarda ise tepkilerin ikisi de görülmez. Beyinlerinin duygu yüklü kelimelerin karşılığı olan belirgin bir dalgalanma modelini göstermemesi, daha çabuk tepki vermemeleri, kelimeyi tanıyan görsel korteks ve buna duyguyu ekleyen limbik beyin arasındaki devrelerinde bir bozukluk olduğunu gösterir. Psikologlar bu sonuçları; psikopatların duygu yüklü kelimeleri yüzeysel olarak anladıkları ve bunun duygusal dünyalarının genel sığlığını yansıttığı şeklinde yorumluyorlar.  Elektrik şoku verilmek üzere olan psikopatlarda, normal insanların acı hissedeceklerini bildiklerinde gösterdikleri korku tepkisinin hiçbir belirtisi görülmez. Acı çekme olasılığı, bir kaygı dalgası yaratmadığından, psikopatlar yaptıkları hareket nedeniyle gelecekte cezalandırılacakları endişesini taşımazlar. Kendileri korku hissetmediklerinden, kurbanlarının korku ve acısına karşı empati veya merhamet duymazlar. 
17. Hemen her zaman reddedilmeyle sonuçlanan iki büyük günahtan biri, kısa bir zamanda liderliğe soyunmak, diğeri de grubun havasına ters düşmektir. İşte popüler olmayan çocukların yaptığı şey de budur. Gruba zorla girerler, konuyu ya çok çabuk ya da çok ani bir biçimde değiştirmeye çalışır, kendi fikirlerini öne sürer, ya da diğerleriyle aynı fikirde olmadıklarını söyleyiverirler; bunların tümü, bariz şekilde dikkati kendi üzerine çekme çabalarıdır ancak tam tersine, sonuçta ya görmezden gelinir ya da reddedilirler. Oysa, popüler çocuklar bir gruba girmeden önce orada neler olup bitiğini gözlemler ve daha sonra bunu kabul ettiklerini gösteren bir şey yaparlar; grupta bir inisiyatif alıp ne yapılması gerektiği hakkında fikir beyan etmeden önce statülerinin grup tarafından teyidini beklerler. 
18. Boşanma oranlarını düşünün. Yıllık boşanma oranları aşağı yukarı sabitleşmiştir. Ancak boşanma oranlarını hesaplamanın bir başka yolu, tehlikeli bir tırmanışa işaret etmektedir: Toplamda, boşanma oranlarının yükselişi durmuş olsa da, herhangi bir yeni evlenmiş çiftin beraberliğinin eninde sonunda boşanmayla sonuçlanması olasılığı ya da boşanma riski, yeni evliler arasında artmaya başlamıştır. Bu artış belirli bir yılda evlenmiş çiftleri birbirleriyle karşılaştırdığımızda daha da açıkça ortaya çıkmaktadır. Amerika’ da 1890’da başlamış evliliklerin yüzde onu boşanmayla sonuçlanmıştır. 1920’de evlenenlerde bu oran yüzde on sekiz; 1950’dekiler içinse yüzde otuzdur. 1970’in yeni evli çiftlerinin ayrılma veya beraberliklerini sürdürme şansları yarı yarıyadır. 1990’dan  itibaren yola koyulan yeni evliler içinse evliliğin boşanmayla sonuçlanması olasılığı şaşırtıcı bir düzeyde, yüzde altmış yedi olarak öngörülmektedir! Eğer bu tahmin doğruysa, son zamanlarda yeni evlenen on çiftten ancak üçü yeni eşleriyle evli kalacaklarına güvenebilirler. 
19. Evlilikteki  bu final maçı aslında  bir çiftte, kadınınki ve erkeğinki olmak üzere, iki duygusal gerçeklik olduğunu yansıtmaktadır. Bu duygusal farklılıkların kökleri, kısmen biyolojik de olsa, çocukluğa, kızlar ve erkeklerin büyürken içinde bulundukları birbirinden ayrı duygusal dünyalara  kadar izlenebilir. Çok sayıda araştırmaya konu olan bu ayrı dünyalar arasındaki engeller, yalnızca kızların ve erkeklerin farklı oyunlardan hoşlanmasıyla değil, küçük çocukların “kız” veya “erkek arkadaşları” olmasından dolayı alaya alınacakları korkusuyla da güçlendirilmiştir. Çocukların arkadaşlıkları üzerine yapılan bir çalışmada, üç yaşındakilerin arkadaşlarının yarısının karşı cinsten olduğunu söylediği; beş yaşındakilerde bu oranın yüzde yirmiye düştüğü ve yedi yaşına gelmişlerden hemen hiç birinin en iyi arkadaş olarak karşı cinsten birini belirtmedikleri bulgulanmıştır. Bu birbirinden ayrı evrenler, ergenlikte flört başlayana dek pek az kesişir. 
20. On yaş civarında, açıkça saldırganlık gösteren kız ve erkeklerin oranı aynıdır; öfkelendirildiklerinde açık çatışmayı kabullenirler. Ancak on üç yaş dolaylarında iki cins arasında oldukça büyük farklılıklar görünmeye başlar; kızlar ilişki kesme, kötü niyetlin dedikodular ve dolaylı kan davaları gibi incelikli saldırı taktiklerinde, erkeklere göre daha ustalaşır, erkekler ise büyük ölçüde bu tür üstü kapalı stratejilerden habersiz, öfkelendiklerinde çatışmaya açık olmaya devam ederler. Bu, erkek çocukların daha sonra yetişkin erkeklerin duygusal hayatın ara yolları hakkında karşı cinsleri kadar görmüş geçirmiş olmadıklarını gösteren pek çok tarzdan biridir. 
21.  Kızlar, birlikte oynarken, husumetin en az, işbirliğinin en üst noktada olduğu küçük ve yakın gruplarda, erkekler ise rekabetin vurgulandığı daha büyük gruplarda bulunurlar. Oynarken birinin canının yanmasıyla oyun durakladığında, kızlarla erkekler arasındaki ana farklılıklardan biri ortaya çıkar. Canı yanan bir erkek çocuğun morali bozulursa, oyunun devam edebilmesi için ortalıktan çekilip, ağlamayı kesmesi beklenir. Bu olayın aynısı oyun oynayan bir grup kız arasında olursa, oyun durur ve herkes ağlayan kıza yardım etmek için etrafında toplanır. Oyun oynayan kızlarla erkekler arasındaki bu fark, cinsiyetler arasındaki temel ayrılık denen şeye işaret etmektedir. Erkekler yalnızlık, katı bir bağımsızlık ve özerklikle gurur duyarken, kızlar kendilerini bir bağlantı  ağının parçası olarak görür. Yani erkekler kendi bağımsızlıklarına meydan okuyabilecek herhangi bir şey tehdit olarak görürken, kızlar daha çok ilişkilerinde bir kopma söz konusu olduğunda kendilerini tehdit altında hisseder. Bu farklı  bakış açılarının anlamı kadın ve erkeğin konuşma sırasında birbirlerinden farklı şeyler istemesi ve beklemesinde yatar; yani erkekler “çeşitli şeyler”den söz etmekle yetinirken, kadınlar duygusal bağlantı arar. Kısacası, duygusal öğrenmedik bu ayrılıklar çok farklı becerilerin oluşmasına yo açar, yani kızlar “sözlü sözsüz duygusal işaretleri okumakta, hislerini ifade etmek ve iletmekte”ustalaşırken erkekler “incinebilirlik, suçluluk, korku ve acıyla ilgili duygularını en aza indirgemekte” beceri sahibi olur.
22. Bütün bunlar şu anlama geliyor: kadınlar genelde evliliğe duygusal yönetici rolü için hazırlanmış bir şekilde girer, erkekler ise bu görevin bir ilişkinin yaşatılması açısından önemli katkısını çok daha az takdir ederek başlar.  
23.  Çoğu çift, zaman zaman, eşlerden birinin yaptığı bir şeyle ilgili şikayetin, davranışa karşı değil, kişiliğe karşı bir saldırı halini aldığı anlar yaşar. Ancak insafsızca dile getirilen bu kişisel eleştirilerin daha mantıklı yakınmalardan çok daha yıpratıcı bir duygusal etkisi vardır. Böylesi saldırıların olma ihtimali, belki de anlaşılacağı üzere, eşlerden biri şikayetlerinin duyulmadığını ya da umursanmadığını ne kadar hissederse, o kadar artar.  
24.  Kadınlar genelde evlilikte sevimsiz ağız dalaşlarına girmekten, hayatlarındaki erkeklerin çekindiğinin yarısı kadar bile çekinmezler. Hepsi de uzun süredir evli olan 151 çiftin ifadesine   göre, erkeklerin hemen hepsi evlilikte bir anlaşmazlıktan dolayı keyiflerinin kaçmasını nahoş, hatta nefret edilesi bir durum olarak görürken, eşleri buna o kadar aldırış etmiyorlar.  
25.  Kendi grubuna sadakatin psikolojik bedeli, özellikle de gruplar arası düşmanlığın uzun bir tarihçesi varsa, diğerine antipati duymak olabiliyor. Önyargı, hayatın erken dönemlerinde öğrenilen, bu yüzden de insanların, yetişkinlik döneminde yanlış olduğunu hissetseler de, tam anlamıyla silinmesi özellikle zor olan bir tür duygusal tepkidir. “Önyargı duyguları çocuklukta oluşur, bunları meşrulaştırmakta kullanılan inançlar ise sonradan gelir”. Hayatın sonraki dönemlerinde önyargınızı değiştirmek isteyebilirsiniz, ancak entelektüel inançlarınızı değiştirmek derin duygularınızı değiştirmekten çok daha kolaydır. Örneğin, birçok güneyli, artık zihninde siyahilere karşı bir önyargı beslemese de, zencilerle el sıkıştığında bir tiksinti hissettiğini bana itiraf etmiştir. Bunlar, çocukken ailelerinden öğrendiklerinden arta kalan duygulardır.  
26.  Aşırı korkuya kapılan kişilerin ameliyatlarının da çok kötü geçtiğini her doktor bilir. Çok fazla kanamaları olur, enfeksiyon ve komplikasyonlar daha sık görülür. Daha zor iyileşirler hasta sakinken, her şey çok daha iyi gider. Bunun nedeni çok açıktır: panik ve kaygı kan basıncını yükseltir ve gerilen damarlar neşterle kesildiğinde daha fazla kanama olur. Aşırı kanama ise  en belalı cerrahi komplikasyonlardan  biridir.  
27.  İnsanları tehlikeye atan şey, düşmanca duygulardır. Kimse öfkenin tek başına koroner yetmezliğine yol açtığını söylemiyor elbette; bu, birbiriyle ilişkili etkenlerden sadece bir tanesidir. “Öfke ve düşmanca duyguların koroner yetmezliği hastalığının erken gelişiminde nedensel bir rolü olup olmadığını, kalp hastalığı başladığında bu sorunu yoğunlaştırıp yoğunlaştırmadığını henüz ayırt edebilmiş değiliz. Ama, yirmi yaşında ve sürekli öfkeye kapılan birini ele alalım. Her öfke hali nabzını ve tansiyonunu yükseltip kalbe ek yük bindirir. Bu tekrarlanıp durduğunda, zarara yol açabilir. Özellikle her kalp atışıyla koroner arterden akan kanın çalkantısı, damarda mikro yırtılmalara neden olup orada plaklar gelişir. Sürekli öfkeye kapıldığınız için nabzınız ve tansiyonunuz yüksekse, bu durum otuz yıl içinde daha da hızlı plak birikimine ve koroner yetmezliğine yol açabilir. 
28.  Kalp krizi geçirmiş bin beş yüzden fazla kadın ve erkekten, kriz öncesi saatlerdeki duygusal durumlarını tarif etmeleri istenmiştir. Buradan da elde edilen sonuç, zaten kalp hastası olanlarda öfkelenmenin kalbin durma riskini iki katın üzerine çıkardığıydı; öfke uyandıktan sonra iki saat boyunca bu yüksek risk sürüyordu. 
29. Bu bulgular, insanların haklı bir nedenle duydukları öfkeyi bastırmaya çalışmaları gerektiği anlamına gelmiyor. O anın harareti içinde bu duyguları tamamen bastırmaya çalışmanın, aslında bedendeki ajitasyonu büyüttüğünü ve tansiyonu yükseltebileceğini gösteren deliller var. Öte yandan,  her seferinde öfkeyi hissedildiği anda açığa vurmak, onu sadece beslemeye yarar ve her rahatsız edici durumda aynı tepkiyi verme olasılığını artırır. Arada sırada düşmanca duyguları göstermek sağlığa zararlı değildir; sorun, bu düşmanca duyguların sabitleşip düşmancıl bir kişilik tarzının oluşmasıyla ortaya çıkar. Bu tarzın özellikleri ise, tekrarlanan güvensizlik, alaycılık, art niyetli yorumlarda bulunma ve karşı tarafa baskın çıkma eğilimi ile, daha bariz huysuzluk ve öfke nöbetleridir. 
30.  Bu araştırmada, hayatlarında ne kadar stres hissettikleri dikkatle değerlendirilen insanlara daha sonra sistematik olarak bir soğuk algınlığı virüsü bulaştırılmış, ancak virüse maruz kalan herkes soğuk algınlığına yakalanmamıştır. Dayanıklı bir bağışık sistemi soğuk algınlığı virüsüne karşı direnebilir -ve direnir-. Cohen, daha stresli insanların soğuk algınlığına yakalanmaya daha yatkın olduğunu bulgulamıştır. Az stresli olan insanların yüzde 27’si virüse maruz kaldıktan sonra soğuk algınlığına yakalanırken, bu oran daha stresli bir yaşantı sürdürenlerde yüzde 47 olmuştur; bu da stresin tek başına bağışıklık sistemini zayıflattığının doğrudan bir kanıtıdır.   
31.  Depresyon gibi, kötümserliğin de bedelleri, iyimserliğin ise yararları vardır. Örneğin, ilk kalp krizini geçirmiş olan 122 erkek iyimserlik ve kötümserlik derecelerine göre değerlendirilmiştir. Sekiz yıl sonra, en kötümser 25 erkekten 21’i; en iyi iyimser 25 erkekten ise yalnızca 6’sı ölmüştür. Hastanın zihinsel tavrının, yaşama şansını -ilk krizde kalbin gördüğü zararın miktarı, ana damar tıkanması, kolesterol düzeyi veya tansiyonu dahil- herhangi bir tıbbi risk faktöründen daha iyi belirlediği kanıtlanmıştır. Başka araştırmalarda da, daha iyimser hastalardan by-pas ameliyatı geçirenlerin, kötümser hastalara oranla daha hızlı iyileştiği ve ameliyat sırasında ve sonrasında daha az tıbbi komplikasyon yaşadıkları görülmüştür.  
32.  Tecrit hali tek başına, ölüm oranları söz konusu olduğunda sigara içmek, yüksek tansiyon, yüksek kolesterol, şişmanlık ve egzersiz eksikliği kadar önemlidir. Aslında sigara içmek ölüm riskini 1.6 oranında artırırken sosyal tecrit 2.0 oranında artırdığından, sağlığımız açısından daha tehlikelidir. Erkekler için tecrit hali, kadınlar için olduğundan daha zordur. Tecrit olmuş erkeklerin ölme olasılığı, yakın sosyal bağlantıları olan erkeklere oranla iki yada üç kat fazladır; oysa tecrit olmuş kadınlarda bu risk, sosyal bağlantıları olan kadınlara oranla sadece bir buçuk kat fazladır. Tecrit halinin kadın ve erkekler üzerindeki farklı etkisinin nedeni, kadınların ilişkilerinin erkeklere göre duygusal açıdan daha yoğun olmasından kaynaklanabilir; kadını birkaç ilişki rahatlatabilirken, bu erkek için yeterli olmayabilir. 
Yalnızlıkla tecrit, elbette ki aynı anlama gelmez; kendi başlarına yaşayan ya da az sayıda dostuyla görüşen birçok kişi mutlu ve sağlıklıdır. Tıbbi açıdan risk oluşturan şey, insanların yalnız olduklarını ya da kimsesi olmadıklarını hissetmeleridir.   
33.  Tecrit halinin ölümcül bir risk faktörü, yakınlık bağlarının ise şifa kaynağı olarak gücünü, kemik iliği transplantasyon geçirmiş yüz kişi üzerinde yapılan bir araştırmada görülebilir. Eş, aile ya da arkadaşlarından kuvvetli bir duygusal destek aldığını hisseden hastalarda yüzde 54’ü, transplantasyondan iki yıl sonra yaşamaya devam ederken, bu tür bir desteğe çok az sahip olduklarını bildirenlerden sadece yüzde 20’si hayatta kalmıştır. Benzer şekilde, kalp krizi geçirmiş yaşlı insanlar arasında hayatlarında duygusal destek alabilecekleri iki ya da daha fazla kişi bulunanların, bu tür bir destekten yoksun olanlara oranla krizden sonra bir yıldan fazla yaşama olasılıkları iki kattan yüksektir. 
34. Duygusal desteğin klinik etkisini belki de en iyi sergileyen örnek, Stanford Üniversitesi Tıp Okulu’nda ileri derecede metastazlı göğüs kanseri olan kadınlarla oluşturulan gruplardır. Çoğu kez ameliyatın da dahil olduğu ilk tedavinin ardından, bu kadınların kanseri nüksetmiş ve tüm vücuda yayılmıştı. Klinik açıdan, yayılan kanserin hastaları öldürmesi sadece bir zaman sorunuydu. Diğerleriyle haftalık toplantılara katılan ileri derecede göğüs kanseri hastası kadınların hayatta kalma oranı aynı hastalığı kendi başlarına yaşayanlarınkine iki katıydı. Tüm kadınlara standart tıbbi bakım uygulanmıştı; aradaki fark yalnızca bazılarının sohbet gruplarına katılarak neyle karşı karşıya olduklarını anlayan ve korku, acı ve öfkelerini dinlemeye istekli olan başka kadınlarla birlikte içlerini boşaltmalarıydı. Çoğu zaman burası kadınların duygularını açıkça ortaya koyabildikleri tek yer oluyordu, çünkü hayatlarındaki diğer kişiler, onların kanser ve yakınlaşan ölümleri hakkında konuşmaktan korkuyorlardı. Gruplara katılan kadınlar, ortalama 37 ay fazla yaşarken, aynı hastalığı olanlardan gruplara katılmayan kadınlar, ortalama 19 ay içinde ölmüşlerdi. Ömrün bu kadar uzaması, bu tür hastalar için hiçbir ilacın ya da tıbbi tedavinin sağlayamayacağı bir kazançtı. “Doğrusu, yaşam süresin uzatan şey yeni bir ilaç olsaydı, ilaç şirketleri bunu üretmek için birbirlerine girmiş olurdu. 
35.  Ebeveynleri oldukça yetersiz, olgunlaşmamış, uyuşturucu bağımlısı, depresif ya da kronik öfkeli olan veya sadece amaçsız ve kargaşa içinde yaşayan çocuklar en büyük riskle karşı karşıyadır. Bu anne-babaların bebeğin duygusal ihtiyaçlarına uyum göstermek bir yana, yeterli ilgi göstermeleri bile pek olası değildir. Çalışmaların bulgularına göre, basit ihmalcilik, açıkça kötü muameleden daha fazla zarar verebilir. Kötü muamele gören çocuklar üzerinde yapılan bir araştırmada, en kötü durumda bulunanların ihmal edilmiş çocuklar olduğu ortaya çıkmıştır: En kaygılı, en dikkatsiz, en tepkisiz ve saldırganlıkla içine kapanma arasında en sık gidip gelenler, bu çocuklardı. Bu grupta ilkokul birinci sınıfta kalanların oranı yüzde 65’ti. 
Yaşamın ilk üç-dört yılı, bebeğin tam gelişmiş beyninin ölçüsünün üçte ikisine kadar büyüdüğü ve karmaşıklığın daha sonra hiç erişemeyeceği bir hızla geliştiği bir zamandır. Bu dönemde temel nitelikteki dersler daha sonraki dönemlere kıyasla daha kolay öğrenilir. Duygusal dersler, bunların en önde gelenidir. Bu dönemde yoğun stres beynin öğrenme merkezine (dolayısıyla zekâya da) zarar verebilir. İleride göreceğimiz gibi, yaşamın sonraki dönemlerinde bu bir derece telafi edilebilse de, yaşamın erken döneminde öğrenilenlerin etkisi devam eder. Hayatın ilk dört yılının temel duygusal dersini özetleyen bir raporda belirtildiği gibi, bunun kalıcı sonuçları çok büyüktür. 
36.  Duygusal anlamda yetersiz bir ebeveynliğin yaşam boyu süren etkileri, özelliklede çocukları saldırganlaştırmadaki rolü hakkında, New York eyaletinin yukarı bölgelerinden 870 çocuğun sekiz yaşından otuz yaşlarına kadar takip edildiği uzun süreli araştırmalardan birçok şey öğrenilebilir. Çocuklar arasında an kavgacı tiplerin, yani en kolay kavga başlatan ve istediğini elde etmek için genelde kaba kuvvet kullananların okulu yarım bırakması ve otuz yaşlarına geldiğinde şiddet suçlarından tescilli bulunması olasılığının çok yüksek olduğu saptanmıştır. Üstelik bu şiddet eğilimini sonraki kuşaklara da aktardıkları anlaşılıyordu: İlkokuldaki çocukları, aynen kendileri gibi sorun yaratıyordu. Şiddetin kuşaktan kuşağa aktarılışından öğrenilecek bir ders vardır. Bütün kalıtımsal eğilimler bir yana, sorun yaratan çocuklar yetişkinlik dönemlerinde aile hayatına bir saldırganlık okuluna çevirirler. Bu sorunlu kişiler, çocuklarında ebeveynlerinin keyfi ve insafsız bir şiddetle uyguladıkları terbiyeyi, kendileri anne-baba olduklarında da aynen tekrarlar. Çocukların da annelerinin mi, yoksa babalarının mı aşırı saldırgan olarak tanımlandığı hiç önemli değildir. Küçükken öfkeli olan kızlar anne olduklarında, öfkeli erkek çocuklar ise baba olduklarında, aynı şekilde keyfi ve sert davranırlar. Bu anne-babalar, çocuklarını aynı bir şiddetle cezalandırmanın yanı sıra onların hayatlarıyla çok az ilgilenir, hatta sonuçta çoğu zaman onları göz ardı eder. Aynı zamanda, yine bu anne-babaların sunduğu canlı ve şiddetli saldırganlık modeli, çocukları tarafından önce okula ve oyun alanına taşınır, sonrada yaşam boyu izlenir. Bu tür ebeveynler mutlaka kötü ruhlu ya da çocuklarının iyiliğini istemeyen insanlar değildir; sadece, kendi anne-babalarının örnek olduğu ebeveynlik tarzını yinelerler. Bu şiddet modelinde, çocuklara keyfi bir terbiye verildiğini görüyoruz. Anne-babaları kendini kötü hissettiğinde çocuklar ciddi bir biçimde cezalandırılır, iyi hissettiğinde ise evin altını üstüne getirseler bile yakayı sıyırabilirler. Yani ceza, çocuğun ne yapmış olduğuyla değil, ebeveynin kendini nasıl hissettiğiyle ilintilidir. Bu, çocuğa kendini değersiz ve çaresiz hissettirmenin ve tehlikenin her an, her yerden karşısına çıkabileceği hissini aşılamanın reçetisidir. 
37.  Sonuç olarak, güçlü, güvenilir ilişkilerle ve bu tür adaletsizliklerin olabildiği bir dünyada bile anlam kazanan bir inanç sistemiyle, yeni bir hayat kurulabilir. Bunların hepsi, duygusal beynin yeniden eğitiminde kazanılan başarının işaretleridir. 
38.  Mizaç doğuştan gelen bir veridir; yaşamın gelişiminde itici kuvvet olan kalıtımsal piyangonun bir parçasıdır. Her ebeveyn bunu görmüştür. Bir çocuk doğumundan itibaren sakin ve yumuşak başlı ya da hırçın ve zordur. Sorun, bu şekilde biyolojik olarak belirlenmiş duygusal bir kümenin deneyimlerle değiştirilip değiştirilemeyeceğidir. Biyolojimiz duygusal yazgımızı değişmez biçimde belirler mi, yoksa doğuştan utangaç bir çocuk bile, kendine güven duyan bir yetişkin haline gelebilir mi? 
39.  Bu soruya en açık yanıtı, Harvard Üniversitesi’nin tanınmış gelişim psikologu Jerome Kagan veriyor. Kagan en az dört tip mizaç-çekingen, atılgan, neşeli ve hüzünlü-bulunduğunu, bunlardan her birinin değişik bir bireysel faaliyet modelinin sonucu olduğunu öne sürüyor. Bize bahşedilen mizaçlar arasında, her biri duygusal devrelerdeki kalıtımsal ayrımlara dayanan doğuştan gelme sayısız farklılık bulunması olasıdır; herhangi bir belirli duygunun ne kadar kolay uyandığı, ne kadar sürdüğü, ne kadar şiddetlendiği, kişiden kişiye değişebilir. Kagan’ın çalışmaları, bu modellerden biri üzerinde yoğunlaşıyor: Mizacın atılganlıktan çekingenliğe kadar uzanan boyutu. 
40.  On yıllardır anneler, bebek ve çocuklarını Kagan’ın çocuk gelişimi konusunda yaptığı çalışmalara katılmak üzere, Harvard kampusundaki William James binasının 14. Katında bulunan Çocuk Gelişimi Laboratuarına taşımaktadır. Kagan ve birlikte çalıştığı diğer araştırmacılar, deneysel gözlem için geliştirilmiş olan 21 aylık bebeklerden oluşan bir grupta utangaçlığın erken işaretlerini fark etmişlerdi. Diğer bebekler serbest oyunda, bazıları fıkır fıkır, kendiliğinden bir neşeyle en ufak bir tereddüt göstermeden oynuyorlardı. Bazıları ise kararsız ve tereddütlü bir şekilde geri duruyor, annelerine yapışıyor ve sessizce diğerlerinin oyunlarını izliyordu. Yaklaşık dört yıl sonra, aynı çocuklar anaokuluna başladığında Kagan’ın grubu onları tekrar gözlemledi. Aradan geçen yıllar boyunca dışa dönük çocuklardan hiçbiri çekingenleşmemiş, çekingen olanların üçte ikisi ise suskunluğunu sürdürmüştü. Kagan, fazlasıyla hassas ve korkak çocukların utangaç ve ürkek yetişkinlere dönüştüklerini bulgulamıştır; çocukların yüzde 15-20’si onun deyimiyle, doğuştan “davranışsal tutukluk” göstermektedirler. Bu çocuklar, bebekliklerinde tanımadıkları her şeyden çekinirler. Bu da onların “yeni yiyecekleri yerken mızmız, yeni hayvanlara ya da yerlere yaklaşırken tereddütlü ve yabancıların yanında utangaç davranmasına yol açar. Bu, onları başka açılardan da hassaslaştırır; örneğin suçluluk hissetmeye ve kendini kabahatli bulmaya daha yatkın olurlar. Sosyal ortamlarda, yeni insanlarla tanıştıklarında ve çevrelerindeki kişilerin dikkati üzerlerine çevrildiğinde-sınıfta ve oyun alanında-donup kalacak ölçüde kaygılanan çocuklardır bunlar. Yetişkinliklerinde ise, partide kendilerine bir eş bulamadıklarında kenarda kalmaya yatkın olur, topluluk önünde konuşma veya gösteri yapmaktan ölesiye korkarlar.
41.  Çekingen çocukların, hafif bir strese bile fazlasıyla tepki uyandıran bir sinir devresiyle dünyaya geldikleri anlaşılıyor; doğuştan itibaren bunların kalpleri yeni insanlar ya da durumlar karşısında diğer bebeklere oranla daha hızla atıyor. Yirmi bir aylıkken oyun oynamaktan geri durduklarında bile, bebeklerin nabızlarını gösteren monitörlerden, kalplerinin kaygıyla küt küt attığı izlenebiliyordu. Kolayca uyarılabilen bu kaygının yaşam boyu sürecek çekingenliklerin temelinde yattığı görülüyor; her yeni insana ya da duruma karşı olası bir tehlikeymiş gibi davranıyorlar. Belki de bunun sonucu olarak, çocuklarında özellikle utangaç olduklarını hatırlayan orta yaşlı kadınlar, daha dışa dönük yaşıtlarına oranla daha fazla korku, kaygı ve suçluluk hisleri içinde yaşamaya ve migren, bağırsak ve mide rahatsızlıkları gibi stresle bağlantılı sorunlara daha eğilimli oluyorlar. 
42.  Bazı insanların duyguları, kendiliğinden olumlu uca meyilli gibidir; bu tür kişiler doğal olarak neşeli ve yumuşak başlıdır, diğerleri ise asık yüzlü ve hüzünlü. Mizacın bu boyutu, bir tarafta coşku diğer tarafta ise melankoli olma üzere, duygusal beynin yukarı kutupları olan sağ ve sol prefrontal alanların göreceli etkinliğiyle bağlantılı gibidir. Sol frontal lobundaki ekinlik sağ loba oranla daha fazla olanlar daha neşeli bir mizaca sahiptir; bunlar genellikle insanlardan ve hayatın kendilerine sunduğu şeylerden keyif alır, terslikleri atlatabilirler. Göreceli olarak sağ tarafındaki etkinlik daha fazla olanlar ise olumsuzluğa ve keyifsizliğe meyilli olur ve hayatın zorlukları karşısında kolayca telaşa kapılırlar; bir anlamda, endişe ve depresyonlarının önünü kesemediklerinden, acı çekerler. 
43.  Öyle görünüyor ki, mizacımız tarafından hayata ya olumlu ya da olumsuz bir tepki vermeye ayarlanmış bulunuyoruz. Hüzünlü ya da neşeli bir mizaca eğilimin, çekingenlik ya da atılganlık eğilimi gibi hayatın ilk yılında ortaya çıkması, bu özelliğin kalıtımsal olarak belirlendiğini işaret eden gerçektir. Beyin büyük bir kısmı gibi, frontal loblar da yaşamın ilk birkaç ayında olgunlaşırlar ve bu yüzden doğumdan itibaren yaklaşık on ay geçene dek etkinlikleri güvenilir bir biçimde ölçülemez. Ancak Davidson bu kadar küçük bebeklerde bile, frontal lobların etkinlik düzeylerinden anneleri odadan çıktığında ağlayıp ağlamayacaklarının tahmin edilebildiğini görmüştü. Bunların arasındaki ilinti, neredeyse yüzde yüzdü: Bu şekilde teste tabi tutulmuş düzinelerce bebekten, her ağlayanda sağ beyin etkinliğinin; her ağlamayanda ise sol beyin etkinliğinin fazla olduğu görülmüştü. 
44.  Kagan’ın çalışmalarında ortaya çıkan iyi haber; tüm korkulu bebeklerin hayattan hep çekinecek şekilde büyüyüp gitmedikleridir; mizaç kader değildir. Aşırı uyarılabilen amigdala, doğru deneyimlerle ehlileştirilebilir. Önemli olan, çocukların büyürken öğrendikleri duygusal dersler ve tepkilerdir. Çekingen çocuk için başlangıçta önemli olan, ebeveyni tarafından kendisine nasıl davranıldığı dolayısıyla doğuştan gelen çekingenliğiyle başa çıkmayı nasıl öğrendiğidir. Çocukları için yavaş yavaş teşvik edici deneyimler yaratan anne-babalar, onlara korkaklıklarını yaşam boyu giderebilecek bir şey sunmuş olurlar.
45.  Bazı anneler çekingen çocuklarını rahatsız edici her şeyden korumaları gerektiğine inanırken, bazıları da çocuğun bu zor anlarla baş etmeyi öğrenmesine ve böylece hayatın küçük mücadelelerine ayak uydurabilmesine yardımcı olmanın daha önemli olduğunu düşünür. Korumacı zihniyetin belki de çocuğu korkularını alt etmeyi öğrenme fırsatlarından yoksun bıraktığı için korkuları arttığı görülür. Çocuk yetiştirmede “uyum sağlamayı öğren” felsefesi, korkak çocukların  cesaretlenmesine yardımcı olmuş gibidir. 
46.  Ürkeklik ya da herhangi bir başka mizaç, duygusal hayatlarımızın biyolojik verilerinin bir parçası olabilir; ancak bize miras kalmış özelliklerimizin getirdiği belirli bir duygusal menüyle sınırlı olmak zorunda değiliz. Kalıtsal sınırlar içinde bile bir olasılıklar dağılımı söz konusudur. Davranışsal genetikçilerin gözlemlediği gibi, genler tek başına davranışı belirlemez; çevremiz, özelliklede büyürken yaşadıklarımız ve öğrendiklerimiz, yaşam ilerledikçe mizaçla ilgili bir eğilimin nasıl ifade bulacağını belirler. Duygusal yeteneklerimiz sabit veriler değildir, doğru bir öğrenmeyle geliştirilebilirler. Bunun nedeni ise, insan beyninin olgunlaşma biçiminde saklıdır. 
47. İnsan beyni, doğumda tam oluşmuş değildir. En yoğun büyüme çocuklukta gerçekleşse de, beyin yaşam boyunca kendini biçimlendirmeye devam eder. Çocuklar, olgunlaşmış beynin barındırabileceğinden çok daha fazla sayıda nöronla doğar. “Budama” olarak bilinen bir sürecin sonunda, beyin daha az kullanılan nöron bağlantılarını yitirip en çok kullanılan sinaps devrelerindeki güçlü bağlantıları oluşturur. Fazlalık sinapsları elden çıkararak budamak, “sesin” nedenini ortadan kaldırarak beyindeki ses sinyali oranını yükseltir. Bu süreç hızlı ve devamlıdır; sinaptik bağlantılar saatler ya da günler içinde oluşabilir. Özellikle çocuklukta, deneyimler beyni heykeltraş gibi yontar. 
48. Gelişen beyin üzerinde deneyimin etkisini, “zengin” ve “fakir” fareler üzerinde yapılmış araştırmalar canlı bir şekilde gösteriyor. “Zengin” fareler küçük gruplar halinde merdivenler ve dönen tekerlekler gibi, farelere eğlenceli gelen şeylerle dolu kafeslerde yaşıyorlardı. “Fakir” fareler ise bunların benzeri, ancak bomboş, hiçbir eğlencesi olmayan kafeslerde bulunuyorlardı. Aylar geçtikçe zengin farelerin neokortekslerinde nöronları birbirlerine bağlayan sinaps devreleri çok daha karmaşık ağlar geliştirirken, fakir farelerin nöron devreleri ise seyrek kalmıştı. Fark o kadar büyüktü ki, zengin farelerin beyinleri daha ağırlaşmış ve belki de pekte şaşırtıcı olmayan bir şekilde fakir farelere kıyasla labirentleri çözmekte çok daha başarılı olmuşlardır. Maymunlar la yapılan benzeri deneyler de, deneyim açısından “zengin” ve “fakir” olanlar arasındaki farkların göstermiştir ve aynı etkinin insanlarda da kendini göstereceği kesindir. 
49.  Bu tür derslerin en anlamlı olanlarından bazıları çocuğa ebeveyn tarafından verilir. Bebeklerinin duygusal ihtiyaçlarını ahenk içinde kabul eden ve karşılayan ya da empati ile terbiye veren anne babalarla; kendine dönük, çocuğunun sıkıntısını görmezden gelen veya bağırarak, vurarak keyfi bir terbiye veren ebeveynlerin çocuğa aşıladığı duygusal alışkanlıklar birbirinden çok farklıdır. Bir anlamda pek çok psikoterapi yöntemi, hayatın önceki dönemlerinde saptırılmış yada tamamen eksiz kalmış şeylerin telafisi için verilen bir özel derstir. O halde, çocuklara duygusal becerileri besleyip yetiştiren şefkati ve rehberliği çocuklara daha ilk baştan sağlayarak, ileride bu özel derslere ihtiyaç duymalarını önlemek için elimizden geleni yapsak, daha iyi olmaz mı. 
50.  Son yirmi yıla kıyasla, Amerika’da 1990’larda şiddet suçlarından tutuklanan reşit olmamış gençlerin oranını en yüksek düzeye tırmandığı görülmüştür. Zorla tecavüzden tutuklanan ergen gençler iki katına; silahla ateş etme olaylarındaki artışa paralel olarak cinayet suçundan tutuklananlar da dört katına çıkmıştır. Aynı dönem içinde ergen yaştakiler arasında intihar oranıyla, cinayet kurbanı olan on dört yaş altındaki çocukların sayısı da üç katına çıkmıştır. Genç kızlar, daha fazla sayıda ve daha erken bir yaşta hamile kalmaktadır. 1993 yılı itibarıyla, on-ondört yaş arası kızlar arasında doğum yapanların, bazılarının deyimiyle “Bebek yapan bebeklerin” oranı, beş yıl boyunca sürekli artış göstermiştir. Aynı şekilde istemeden hamile kalan ergen kızların oranı ve arkadaş arasında cinsel ilişki baskısı da artmıştır. Ergenler arasında, zührevi hastalık oranında da son otuz yıl içinde üç kat artış olmuştur. Bu rakamlar umut kırıcı olsa da, siyahi Amerikan gençliğine, özellikle de kent merkezlerinde yaşayan kesimine baktığımızda, oranların bazen ikiye, üçe ya da daha fazlasına katlanması durumun ne kadar vahim bir hal aldığını ortaya koymaktadır. Örneğin, 1990’lardan önceki yirmi yıl boyunca beyaz gençler arasında kokain ve eroin kullanımı yüzde üç artarken, siyahi Amerikalı gençler arasında inanılmaz derecede aratarak yirmi yıl öncesinin onüç katına çıkmıştır. Gençler arasındaki en yaygın rahatsızlık nedeni ruhsal hastalıklardır. Ağır ya da hafif depresyon belirtileri ergenlerin üçte birine yakınını etkilemektedir; kızlarda depresyon vakaları ergenlikte ikiye katlanmaktadır. Genç kızlar arasında yeme bozukluğu vakalarının sayısı da iyice tırmanmıştır. 
51.  Öfkeli çocukların tümü kabadayı değildir; bazıları kızdırılmaya ya da küçümsenmeye veya adaletsizlik olarak algılandıkları hareketlere fazla tepki gösteren, içine kapanık, toplumdan dışlanmış çocuklardır. Ancak bu çocukların ortak algısal hatası, bir kasıt olmadığı halde küçümsendiklerini sanmaları, arkadaşlarını gerçekte olduğundan daha düşmanca tavırlı görmeleridir. Bu da onların aslında tarafsız hareketleri bire tehdit gibi algılamalarına kasıtsız bir çarpmanın bir kan davası olarak algılanması gibi ve karşı saldırıya geçmelerine yol açar. Doğal bu durum diğer çocukları uzaklaştırdığından, daha da yalnız kalmalarıyla sonuçlanır. Bu tür öfkeli ve tecrit olmuş çocuklar, adaletsizliğe ve haksız muameleye karşı fazlasıyla hassastırlar. Kendilerini genellikle kurban olarak görür ve sözgelimi, masum oldukları halde öğretmenleri onları bir şeyden dolayı suçlaması gibi, bir dizi örneği sıralayıverirler. Bu çocukların bir başka özelliği de,bir kez öfkeye kapıldıklarında, düşünebildikleri tek tepkinin sert ve ani çıkışlar yapmak olmasıdır.  
52.  Bu algısal ön yargıların nasıl işlediği, kabadayı tipleri video seyretmek üzere daha sakin bir çocukla eşleştirildiği bir deneyde görünmektedir Filmlerin birinde, başka bir çocuğun çarptığı biri kitaplarını düşürür ve civardaki başka çocuklar gülmeye başlar; kitaplarını düşüren çocuk da öfkelenip gülenlerden birine vurmaya çalışır. Filmi seyreden çocuklar, daha sonra bunun hakkında konuştuklarında, kabadayı, ötekilere vurmaya çalışan çocuğu hep haklı bulur. Daha da anlamlısı, filmi tartışırken, izledikleri çocukların saldırganlıklarını değerlendirmeleri gerektiğinde, kabadayılar çarpan çocuğu daha kavgacı; vurmaya çalışan çocuğun öfkesini de daha da haklı bulurlar.
53.  Ancak çocukları okul öncesi yıllarından ergenlik dönemine girdikten sonraki yıllarına dek izleyen araştırmalar; bozguncu, geçimsiz, ebeveyninin söz dinlemeyen, öğretmenlere karşı gelen birinci sınıf öğrencilerinden yarısının, ergenlik yıllarında suç işlediklerini saptanmıştır. Elbette ki bu tür saldırgan çocukların tümü ileride şiddete ve suça götüren yörüngede yer almaz. Ancak bütün çocuklar  arasında, sonuçta şiddet içerikli suçlar işleme riski en çok olanlar, bunlardır. 
54. Bu süreçte kızlar ve erkekler arasında önemli bir fark ortaya çıkar. Öğretmenlerle başı belaya giren ve kuralları çiğneyen, ancak arkadaşları arasında popülerliğini yitirmeyen “kötü” dördüncü sınıf kızları üzerine yapılan bir çalışmada, yüzde kırkının liseyi bitirdiğinde bir çocuğu olduğu görülmüştür. Bu oran, aynı okuldaki kızların ortalama hamile kalma oranının üç katıdır. Bir başka deyişle, antisosyal genç kızlar şiddete başvurmak yerine, hamile kalmaktadır.  
55. Saldırgan çocukların yaşam boyu taşıdıkları zihniyet, neredeyse istisnasız olarak, er yada geç başlarını belaya sokar. Şiddet suçlarından hüküm giymiş gençlerle saldırgan lise öğrencileri üzerinde yapılmış bir araştırmada, bunların ortak bir zihniyete sahip oldukları görülmüştür. Birisiyle bir sorun yaşadıklarında, hemen karşı tarafı düşmanca bir açıdan görür, ötekinin onlara yönelik bir düşmanlığı olup olmadığını daha fazla araştırmadan ya da aralarındaki anlaşmazlığı gidermek için barışçıl bir çözüm aramayı düşünmeden hükme varırlar. Genellikle kavga gibi şiddet içeren bir çözümün aslında olumsuz bir sonucu olacağı akıllarından bile geçmez. Saldırganlık eğilimlerini, “Öfkeden çılgına dönmüşsen, birine vurmak normaldir”; “Kavgadan kaçarsan her kez korkak olduğunu düşünür”; ve “Feci bir şekilde dövülen kişiler, aslında o kadarda acı çekmez” gibi kanılarla zihinlerinde meşrulaştırırlar.  
56.  “Çekirdek aile korkunç bir aşınmaya uğradı; boşanma oranı ikiye katlandı, ebeveynlerin çocuklara ayırabildiği zaman azaldı ve coğrafi hareketlilik arttı. Artık çocuklara eskisi gibi geniş ailelerini tanıyarak büyümüyorlar. İnsanın kendi kimlik tanımının bu sağlam referanslarının kaybı depresyona yatkınlığın artması demektir. “ 
57.   "İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sanayileşmenin yaygınlaşmasıyla, bir anlamda herkes evinden ayrıldı. Gitgide daha fazla ailede, büyümekte olan çocukların ihtiyaçlarına karşı ebeveynlerin kayıtsızlığı arttı. Bu, depresyonun doğrudan bir nedeni olmasa da, hassaslaşmaya yol açmıştır. Stresi yaratan etkenler erken yaşlarda nöron gelişimini etkileyebilir, bu da onlarca yıl sonra bile büyük stres altındayken depresyona yol açabilir.” 
58. Az arkadaşı olan ve kronik yalnızlık çeken kişilerin hayatın sonraki aşamalarında hastalanma, hatta erken ölme riskleri daha yüksektir. 
59.  Alkolik babaları olan ve oniki yaşında fevri davranışların yanı sıra, stres karşısında nabız hızlanması gibi kaygı belirtileri gösteren çocukların nöropsikolojik açıdan incelenmesi, bu çocukların ayrıca frontal lob işlevlerinin de zayıf olduğunu göstermiştir. Bu, kaygılarını yatıştırmaya ya da dürtülerini kontrol almaya yarayan beyin alanlarının, diğer erkek çocuklarınkine kıyasla, onlara daha az yardımcı olduğu anlamına gelir. Ayrıca prefrontal loblar bir karar verirken farklı hareketlerin olası sonuçlarını akılda tutan işleyen belleği de idare ettiği için, zayıflıkları alkolik eğilimini güçlendirebilir. Frontal lobun yetersizliği, alkole kaygısını anında yatıştırabildiğini keşfeden kişinin içkinin uzun vadeli zararlarının göz ardı etmesine yardımcı olur. Bu sakinleşme özlemi, alkolikliğe karşı genetik yatkınlığın duygusal bir işaretleyicisi gibi görünür. Alkoliklerin akrabası olan bin üç yüz kişi üzerinde yapılmış bir çalışmada, en fazla alkol bağımlılığı riskini taşıyan alkolik çocuklarının, kronik olarak yüksek düzeyde kaygı duyduklarını belirtenler oldukları görülmüştür. 
60.  Hatta araştırmacılar da, bu tür insanlar da alkolikliğin “Kaygı belirtilerini kendi kendilerini tedavi etme yöntemi” olarak geliştiği sonucuna varmışlardır. 
61. Yoksulluk başlı başına, çocukları duygusal açıdan örseler: beş yaşındayken yoksulluk içinde yüzen çocuklar, daha iyi durumdaki akranlarına kıyasla daha korkulu, kaygılı, üzüntülüdür ve öfkeye kapılmak, bir şeyleri tahrip etmek gibi davranış sorunlarını daha fazla sergiler; bu eğilim ergenlik yılları boyunca da devam eder. Yoksulluğun baskısı aile hayatını da yıpratır: çocuklar aile yuvasının sıcaklığını daha az hisseder, (çoğunluğu tek başına ve işsiz) annelerde depresyon daha fazla görülür, bağırma, vurma ve fiziksel tehditler gibi sert cezalandırma yöntemlerine daha fazla baş vurulur. 
62.  Bu tür müdahaleler en iyi sonucu, gelişimin duygusal planını izlediklerinde verir. Yeni doğanların ağlamasından anlaşılacağı gibi, bebekler doğdukları andan itibaren yoğun duygulara sahiptir. Ancak, yeni doğanların beyni henüz tam olgunluk halinden çok uzaktadır;  çocuğun duyguları ancak sinir sistemi gelişimini tamamladığında olgunlaşmış olacaktır. Sinir sisteminin gelişim süreciyse, tüm çocukluk boyunca ve ergenliğin ilk yıllarında bir iç biyolojik saate göre yürür. Yeni doğanın duygu repertuarı beş yaşındakinin duygusal menziline kıyasla ilkel kalırken, beş yaşındaki de bir ergenin duygularının olgunluğuyla karşılaştırıldığında eksiklik gösterir. Aslında yetişkinler, çocuğun büyümesi sırasında her duygunun önceden programlanmış bir zamanda belirdiğini unutarak, çocuklardan yaşlarının ötesinde bir olgunluğa ulaşmalarını beklemek gibi bir hataya düşerler. Örneğin, dört yaşındaki birinin palavracılığı ebeveynlerin azarlamasına yol açabilirken, alçakgönüllüğü üretebilecek olan utangaçlık hissi genel olarak beş yaşından önce ortaya çıkmaz.  
63.  Duygusal büyümenin zaman planlaması, özellikle bir yanda bilişsel, diğer yanda da beyinsel ve biyolojik olgunlaşma gibi gelişim süreçleriyle iç içedir. Gördüğümüz gibi, empati ve duygusal özdenetim türünden duygusal yetenekler aslında neredeyse doğumdan itibaren oluşmaya başlar. Anaokulunun başlangıcı güvensizlik ve alçakgönüllülük, kıskançlık ve haset, gurur ve kendinden emin olma gibi, hepsi de kendini bir başkasıyla kıyaslama yeteneğini gerektiren “sosyal duyguların” olgunlaşmasının zirveye ulaştığı bir dönemdir. Okulun daha geniş sosyal dünyasına giren beş yaşındaki çocuk, sosyal kıyaslama dünyasına da girmiş olur. Bu kıyaslamaları sağlayan sadece dışsal bir değişim değil; popülerlik, çekicilik ya da kay kay becerileri gibi belli nitelikler açısından kendini diğerleriyle karşılaştırabilmeye dayanan bilişsel bir becerinin de ortaya çıkışıdır. Örneğin bu yaşlarda, ablası sürekli pekiyi alan küçük bir kız, kıyaslama yoluyla kendini “aptal” görmeye başlayabilir. 
64.  Buluğ dönemi çocuğun biyolojisinde, düşünme yeteneklerinde ve beyninin çalışmasında olağanüstü değişikliklerin oluştuğu bir süreç için, duygusal ve sosyal eğitim açısından da hayati bir dönemdir. Ergenlik döneminde “bir çok çocuk cinsellik, alkol, uyuşturucular ve sigarayla on-onbeş yaş arasında tanışıyor,“ aynı şey diğer baştan çıkarıcı şeyler için de geçerlidir. 
65.  Ortaokula ya da liseye geçiş, çocukluğun bittiğini gösterir ve bu da başlı başına duygusal bir zorluktur. Tüm diğer sorunları bir yana, bu yeni okul düzenine giren hemen hemen tüm öğrencilerin özgüvenlerinde bir düşüş, sıkılganlıklarında ise bir sıçrama yaşanır; kendileri hakkındaki fikirleri karma karışık ve katıdır. En büyük darbeyi, “sosyal özsaygı” yer; başkalarıyla arkadaşlık kurup sürdürebileceklerinden emin olamazlar. Bu dönüm noktasında,  kız ve erkeklerin yakın ilişkiler kurma becerilerini takviye etmek, arkadaşlarıyla aralarındaki krizlerde yol göstermek ve özgüvenlerini desteklemek çok yararlıdır.
66.  En önemli derslerden biri de öfke yönetimidir. Çocukların öfke (ve diğer tüm duygular) hakkında öğrendikleri temel şey şudur: “İnsan her şeyi hissedebilir”, ama her türlü tepkiyi gösteremez. 
BAĞIŞLAMA...
Bağışlayabilmemiz için mutlaka başkaları tarafından incinmiş olmamız gereklidir. Bu bağışlayabilmemizin birinci aşamasıdır. İkinci aşama olarak bizi incitenden nefret etmemiz gereklidir. Üçüncü aşamada ise sihirli bir göz edinme ve bu göz ile karşımızdakinin zayıf yönlerini görebilme yani iyileşmeye başlama meydana gelmelidir. Son aşama bir araya gelinme ve bizi inciteni yaşamamıza davet safhasıdır.
  • a. Hepimiz inciniriz : Bağışlayarak yaralarımızın sarılabilmesi için çekilen acının kişisel, haksız ve derin olması gerektiğine değinerek; doğa ve sistemleri bağışlayamayacağımızı, insanların bizi hak ettiğimizi düşündüklerinden yada iyi niyetli olmalarına karşın ve sorunlarının fazlalığı nedeniyle, hatta kendi yaptıkları hatalarla dahi bizi incitebileceklerine değinmektedir. Bağışlamaya gerek olmayan ve derin olmayan acıları şöyle sıralamaktadır: kızgınlıklar, önemsenmemek, düş kırıklıkları, ikinci gelmek, sadakatsizlik, ihanet ve zalimlik.
  • b. Hepimiz nefret ederiz : Nefret ve öfkenin karşılaştırmasın yaparak; eğer pasif olarak nefret edersek karşımızdakine iyi şeyler dilemeyeceğimize, agresif bir biçimde nefret edersek ise o şahsın canının yanmasını isteyeceğimize, ancak her iki duygununda zamanla geçeceğine, yakınlarımızdan nefret, tanımadıklarımızdan öfke edeceğimize ve öfkenin daha iyiyi bulmamıza yardım edeceğine değinmektedir.
  • c. Kendimizi yine kendimiz iyileştiririz : Yazar, bağışlama işleminin şu şekilde yapılmasını istemektedir: sizi inciten kişiyi önce aldığınız yaradan soyutlayın, onun hakkındaki gerçekleri ve zayıflığını görmeye çalışın, bağışlamaya her aşamada devam edin, bağışlayabilmek için yüreğinizi dürüstçe serbest bırakın, karşınızdakine iyilik dileyebiliyor iseniz bağışlamaya başlıyorsunuz demektir.
  • d. Bir araya geliriz : Yazar bu kısımda; sizi incitenle bir araya gelebilmeniz için kendinizin bağışlamasının yeterli olmayacağını, onunda öncelikle sizi neden incittiği gerçeğini tam anlamıyla anlamasının gerektiği, kendi yüzünden acı çekmemizin haksızlık olduğunu bilmesi ve çekilen acıyı hissetmesi gerektiği, ayrıca sizi dinlerken de içten olduğuna sizi ikna etmesi, tekrar incitmeyeceğini ve her zaman uygun bir yakınlıkla yanımızda olacağını hissettirmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
  • e. Bazı güzellikler : Bağışlamak ne değildir ? : Yazara göre bağışlamak unutmak değildir. Çünkü bağışlayınca unutmaya gerek kalmaz. Bağışlamak geçmişte alınan bir yaranın iyileştirilmesidir. Ayrıca bahaneler bulmak, anlaşmazlıklarla baş etmek, insanları kabullenmek ve ona tahammül etmek de bağışlamak değildir.
2. İkinci Bölüm :
Bağışlaması zor olan insanları bağışlamak :
a. Görünmez insanları bağışlamak : Yazar burada; ölenleri, ölmüş anne veya babayı bağışlamanın dört aşamasının bir araya gelme kısmı olmayacağından tamamen bağışlamanın zorluğundan söz etmektedir. Tıpkı çocuğunu evlatlık veren görünmez anneyi, sizi işten çıkartan şirketlerin de bağışlanmasının zorluğu gibi. Böyle tür olaylarda bağışlanmanın tam olabilmesi için görünmeyen şahısları ortaya çıkarmak için çaba harcanmasını öngörmektedir. 
b. Sizi inciten ve sonrada önemsemeyen insanları bağışlamak zordur : Yazara göre; böyle bir şahısın özür dilemesiyle onu bağışlayabileceğiniz durumlarda özürün gerçekleşmesi için dört aşamanın olmasından söz etmektedir. Bu aşamalardan birincisini algılama aşaması, ikincisini hissetme aşaması, üçüncüsünü itiraf aşaması ve dördüncüsünü de kendi kendine bir daha tekrarlanmayacağına söz vermesi aşaması olarak görmektedir. Yine de özür dilemekten imtina gösteren şahsın bizden önce ölebileceğini ve böylece hiç bir zaman bağışlamamızın belki de mümkün olmayacağını düşünerek vb. nedenlerden ötürü sırf kendimizi rahatlatmak için bağışlamamız gerektiğini değerlendirmektedir.
c. Kendimizi bağışlamak : Yazar, burada iç huzurumuzu kazanabilmek için geçmişimizi içtenlikle yargılayıp sevme özgürlüğümüze varmamızı önermektedir.
d. Canavarları bağışlamak : Canavar ruhlu bir kişinin bağışlanabilirliğinin ancak o kişinin zulmüne uğrayanın karar verebileceği gerçeğine değinilmektedir.
e. Tanrı’ yı bağışlamak : Tanrı’ yı yaptığı hiçbir şeyden ötürü suçlayamayacağımız için ortada bağışlamanın da olmayacağı vurgulanmaktadır.
3. Üçüncü Bölüm:
 Nasıl bağışlarız ?
Yazar bu bölümde bağışlanın nasıl yapılacağını şu şekilde kaleme almıştır; önce yavaş yavaş ve azar azar bağışlamaya başlayınız, bir seferde yerine her seferinde bir parça bağışlayınız, geriye kalacak öfke duygusunu başkasıyla paylaşınız, birini bağışlaması için hiç kimseyi zorlamayınız, bağışlamak kişinin özgür seçimine bırakılmalıdır ve bu bağışlama içten duygularla yapılmalıdır.
4. Dördüncü Bölüm:
 Neden bağışlarız ?
Bu sorunun cevabını yazar şu şekilde vermektedir : Çünkü bağışlamak, her şeyin haksız olduğu bu dünyadaki haksızlıkları düzeltmenin tek yoludur; hakketmediğimiz acılara karşı sevginin beklenmedik bir başkaldırışıdır ve hakketmediğimiz acıları iyileştirmemizde tek umuttur. Sonsöz olarak da denilebilir ki, bağışlamak gerçekçiliktir, yüzleşmektir, özgürlüktür ve sevginin en büyük gücüdür.
  • Sizi incittiler ve yüreğinizde derin yaralar açtılar. Ömür boyu içinizdeki bu acı, yüreğinizdeki bu yarayla yaşamayı mı yeğlersiniz, yoksa size acı çektiren insanları bağışlayıp, ruhunuzu çekilen acılardan kurtarıp, özgürlüğünüze kavuşmayı mı ? Yazar ikinci yolu seçerek bağışlamanın mümkün kıldığı huzura özlem duyan herkese o mum ışığı yakmaktadır.
Bağışlayıcı Olun
           Öfke, korku veya üzüntü gibi olumsuz duygular insanın hayatı boyunca peşini bırakmayan olaylardır. Kişisel gelişim özellikle birey için hayatını daha kaliteli ve sağlıklı geçirmesi için önemlidir. Daha fazla enerji elde etmek, insanlarla daha kolay ilişkiye girmek ve daha sağlıklı yaşamak için duygularımızı kullanmak her zaman için bizim lehimizedir. Bunun için öncelikle kendimizi yargılamaktan vazgeçmek, gerçek yeterliliğimize ulaşmak, acı ve keder dolu deneyimlerin esiri olmaktan kurtulmak, öfkeyi, korkuyu ve üzüntüyü güvenle ve yapıcı bir biçimde yaşamak, olumsuz duyguların kendiliğinden sevgiye, mutluluğa ve özgüvene dönüşmesini sağlamak, kendimizi sevmeye çalışmak, enerjimizi ve sağlığımızı iyileştirmek, işyerinde, okulda, ev dışındaki tatsızlıkları eve taşımadan çözmek ve en son olarak da duygusal gücümüzü geliştirmek yapmamız gereken en önemli işlerdir.
            İç huzuru arayan insanların kendilerini rahatlatmak için çeşitli yollar denediklerini ve bunun için maddi imkanlarını zorladıklarını görüyoruz. Kişisel olarak insanlar maddi şeylerin yanında, manevi yönünü de ihmal etmeden yaşarsa ve her şeyi maddiyatta aramazsa, iç huzurunu bulmakta zorlanmaz.
            Yaşamda her şey mükemmel olduğuna göre, herhangi birini herhangi bir şey yüzünden bağışlamamak için hiçbir neden yoktur. Bazen başkalarının kendi kafamızdaki imgelere uymalarını beklememek gerektiğini kendi kendimize hatırlatmamız gerekmektedir.
            Yaşamın nasıl işlediğini unutup birilerini sadece oldukları gibi davrandıkları için yargıladığımızda, bağışlayıcılık bize müthiş bir kişisel özgürlük sunar. Başkalarına karşı duyduğumuz kırgınlık ve öfke duygularından kurtulmak, bize yaşamdaki ilerleyişimizi sürdürmek için gerekli enerjiyi ve odaklanmayı sağlar.
            Hayatımızda hemen her şeyin bir karşıtı vardır; sıcak-soğuk, canlı-ölü, genç-yaşlı, sağlık-hastalık, zenginlik-yoksulluk, kuşku-özgüven, mutluluk-üzüntü, korku-cesaret, sevgi-nefret gibi … Nasıl ki bir pilin çalışması için bir negatif bir de pozitif yük gerekiyorsa, kutupları bilinçli bir biçimde yaşamak da bizi başarıya götürür.
            Bize bazı duygularımızın iyi, bazılarının kötü olduğu öğretilmiştir. Örneğin sevgi iyi, nefret ise kötüdür. İnsanın neşelenmesi ve güçlü olduğunu  bilmesi güzel bir şeydir.  Ama üzüntüden, korkudan, yalnızlıktan ve öfkeden kaçarız. Hoşlanmadığımız duygularımızı tekrar yaşamak istemediğimiz için, sevdiklerimize ve dostlarımıza  “tamam geçti, böyle hissetme” deriz.
            İnsan hayatında iki kutup vardır. Birincisi, yani olumlu kutup şunlardan ibarettir; güçlülük, özgüven, merhamet, neşe, kendini güçlü hissetme, kendine merhamet etme, kabul, öz sevgi-öz değer-öz saygıdan oluşur. İkincisi, yani olumsuz kutup ise şunlardan oluşur; korku, kızgınlık, öfke, üzüntü, güvensizlik, güçsüzlük, keder, suçluluk, yargılama ve öz nefrettir.
            Yaşamımızı denetim altına almanın tek yolu, kendi kendimizi teslim almaktır. Bu bize ne kadar çılgınca bir şeymiş gibi gelse de kendimize güvenmemiz anlamına gelir.
            Her şeye karşın bilinçli yaratmaya ihtiyaç duyarsınız. Bunu gözlerinizi dört açarak yapmalısınız. Telkinlerle veya gözde canlandırmalar programlayarak, bilinç altınızı maniple etmeye çalışırsanız, kendinize karşı dürüst davranmamış olacağınızdan, içinizde engeller yaratırsınız. Korkunuzu veya yaratma ihtiyacı duyduğunuzu zannedersiniz.
           Duygularımızla yaşadığımız gerçek deneyimler, yüksek düzeylerde kişisel dönüşümler yaşamamızı sağlar. Benliğimizi henüz yaşayamadığımız duygularla oluşturma cesaretini gösterdiğimizde, güvensizlik ve korku katmanlarını yok ederiz.
            Hissediyor gibi görünmemizi sağlayan “hissediyor rolü” yaparız. Oysa duygularımıza direnmekten başka bir şey değildir yaptığımız. Aynı duygusal içeriğe sahip bir konuyu, ondan hiçbir yeni iç görü veya duygular elde etmeden tekrar dolaşıma soktuğumuzda, hissediyor rolünü yapmış oluruz. Sadece hissedip, duygularımıza hiç direnç göstermediğimiz zaman kendimizi enerji dolu ve arınmış hissederiz.
             O belki bunu anlamayacak ama ben bildiklerimin doğruluğundan eminim. Hiçbir zaman olmadığı kadar kendim oldum. Bu yeni anlayışla artık daima “kendim” olacağım. İşim bende çok önemli bir yere sahip olmasına rağmen, öz kimliğimin işim değil. Bu yeni halimle öz kimliğimi “benliğim” oluşturuyor. Hiç kimse ve hiçbir şey bu gerçeği değiştiremez.
            Gerçek duygusal arınma, özgürlük, rahatlama, temizlenmişlik duygusu, güçlendiğimizi hissetmek, neşe, kendimizden ve hayatımızdan heyecan duymak gibi duyguların açığa çıkmasıyla sonuçlanır.
            Niyetlerinizi belirleyin, kendi kendinize, kim ne derse desin veya ne düşünürse düşünsün, hissetmeniz gereken şeyi hissetmeyi isteyip istemediğinizi sorun. Sadece verdiğiniz cevabı bilin. Bu cevap ne olursa olsun, kendinizi yargılamayın.
            Deneyimlerinizi yargılamadan, dolayısıyla onları sözcüklerden oluşan bir hapishaneye kapatmadan, duygularınızı hissedin. Kişisel dönüşümlerinizi şu anki yaşam anlayışınızın sınırları içine hapsederek kendinizi aldatmayın. Bunun yerine, önünüze serilen yeni iç görülere açık olun.
            Kimi zaman bazı şeyleri peşinen hissederiz. “Bir gün sabahın erken saatlerinde içimde nedenini bilmediğim bir öfke hissettim. Yapmam gereken şey, birkaç öfke haykırışını salıvermek oldu. Bunu yapınca rahatladım ve işime devam ettim. Neden öfkelendiğim konusunda hiç kaygı duymadım. Böyle bir kaygı duymuş olsaydım, muhtemelen beni kızdırdıkları için birilerini veya bir şeyleri suçlamak için boşu boşuna enerji harcamış olacaktım.”
            Güvensizlik hissetmenize neden olan parçanızı sahiplenmekle, hayatınızı yaşamak için size gereken tüm enerjiyi elde etmiş olursunuz. Korku, gerçekten sisi siz yapan şey değildir. Koruyucunuzun yapışıp kaldığı, geçmişinizi oluşturan kumaşın bir ipliği, kendini güçsüz hisseden eski bir kimliktir sadece. Genellikle korkularımızı ve güvensizlik duygularımızı hissetmemiz ve onları dönüşüme uğratıp bedenlerimizin içinde yeni güç düzeyleri oluşturmamızı, yalnızca anlık bir iştir. Bu kadar basittir işte ! Bizi tutan, sadece korkmaktan korkmamızdır.
            Duygularınızı ve duyularınızı hissedip dışa vurun. Kahkaha atın, bağırın, ağlayın, homurdanın, hiddetlenin, iç çekin, surat asın, konuşun ve neşeden havaya sıçrayın. Tıpkı dalganın ağzına yiyecek taşımasına izin veren bir balığın okyanusun kokusunu izlemesi gibi, sizde duygularınızın peşinden gidin. Duygularınızın sizi içinizdeki yuvaya götürmesine izin verin.
            Bu kitap yaşamımızın fırtınalı bölümlerini (bize acı veren deneyim ve duygularımızı) konu almakta ve kişisel gelişimimizi hızlandırmak için basit teknikler önermektedir. Acımızı güce dönüştürmek, deneyimlerimiz arttıkça daha da kolaylaşır. Böylece en iç karartıcı deneyimlerimizde varolan külçelerce bilgelik ve neşe altınını çıkarır, yaşam koşullarımızda duygularımızı yargıladığımız zaman yarattığımız hapislerden kendimizi kurtarırız.
            Duygularımızı yargılamadan sadece hissederiz ve duygularımızın daimi değişim içindeki akışı bebeklerdeki gibi otomatik hale gelir. Duygularımız en eğlenceli araçlardan biri haline gelir. Hüznün tatlılığını, yapıcı bir biçimde dışa vurulmuş etkenin gücünü ve keyfini, kişisel gücümüzle korkumuzun nasıl el ele nasıl dolaştığını görürüz.
            Yaşamın keşfedilmemiş bölgelerinin verdiği korkuyu hissedişimizle eş zamanlı olarak bir sonraki adımımızın verdiği heyecanı yaşarız. Enerjimiz tümüyle elimizin altındadır, artık bir çocuğun merak ve heyecanıyla, “bundan sonra ne olacak acaba” diye sorarız kendimize.
            Yaşamın belirsizliklerinden korkmaya başlayınca, yaşamda atmamız gereken bir sonraki adımı rahatlıkla atarız, sonra bir adım daha atarız. İşte gerçek özgürlük budur.
            Bilinçli bir tavır içerisinde yaşamaya niyetli olduğumuz için, zengin içgöçüler ve belirsiz bir açıklık daima ellerimizin altında bulunur. Hakikatin kitlelerden asla gizlenemediğini keşfederiz. Sadece onun varlığını kabul etmekten korktuğumuz için hakikate ulaşamadığımızı anlarız. Tek yapmamız gereken, yaşamımızdaki çarpıtmaları anlamaktır. Ardından, bu çarpıtmalar bizim tarafımızdan kullanılmayı bekleyen nötr bir enerji haline gelirler.
            Kendimize yoğunlaşmamız ve kendimize duyduğumuz tutkulu sevgi bu serbest enerjiyi dönüştürür. Biz de onu gelişimimizi hızlandırmakta ve daha yüksek bir düzeyde faaliyette bulunmamızda kullanırız. Tekrar söylemek gerekirse, yaşamda kurtulmamız gereken hiçbir şey yoktur. Yaşamda her şey bize hizmet eder.
            Yaşam şu anda göründüğünden daha muazzam ve daha güçlü olacak elbette. Hayata tümüyle açık olmayı, bilinçli yaşamayı ve sonradan atacağımız adımlara tam anlamıyla odaklanmış bir biçimde uçmayı seçtiğimi biliyorum. Muazzam bir “YAŞAMA” arzusuyla doluyum.
2. KENDİN OLMAKLA İLGİLİ KİTAP ÖZETİ
1.  Özgür olmak, sevdiklerine ve arkadaşlarına sorumluluğunu inkar değil sorumluluk tercihlerinde özgür olmak demektir.
2.  Yaşamını sürdürmekle ilgili bir konuda karar vermen gerektiğinde kendininkinden başka hiç kimsenin rehberliğine TAMAMİYLE güvenme. Ya da Emerson ‘ın “ Kendine Güven “ de dediği gibi  “Kendinden başka hiç bir şey sana huzur veremez.
3.  İnsaf!. Bu kadar da olmaz ki. Olayları istediğin şekilde gelişmediklerinden dolayı yargılıyorsun ama hoşlansan da hoşlanmasan da insanlar insafsız olacaktır. Hoşnutsuzluğun onları durdurmaz. Bırak yüce değer yargılarına göre onların ne yapmaması gerektiğini bir kenara. Onların bunu yaptıklarını ve senin buna karşı bir şeyler yapman gerektiğini kabul et ki, yaptıkları yanlarına kalmasın ve bir daha yapmaya cesaret edemesinler.
4.  Bioloji ve tıpta ihmal edilmesine rağmen, yaşam hakkında sahip olduğumuz en temel gerçek, iradenin vücuda hükmettiğidir.
 5.  Bu insanlara  “büyük” ünvanını yakıştırırken kendini küçülttüğünün farkına bile varmazsın.
 6.  Kendini yüksek makam sahiplerinin sömürü tuzaklarından kurtarmak için öncelikle onların da senin gibi bir insan olduklarını görmeye başlamalısın. Senden daha önemli değiller. Yüksek bir eğitim ve tecrübe sahibidirler ve bu yüzden de ücretleri yüksektir. Fakat bu ücreti sen ödüyorsun. Bu tür ilişkilerde önemsenecek biri varsa o da karşılığında hizmet almak için ödeme yapan müşteri yani sensin. Bir başkasına kendine verdiğinden fazla değer verip, eşit davranış bekleyemezsin. Eşit davranış görmüyorsan, tepeden bakılmasına razı olmak, izin almak, sıra beklemek zorunda kalırsın. 
7.  Bürokrasinin kurbanlarından biri olmak istemiyorsan; onun bir parçası olmayı reddetmelisin. Bazı insanlar yalnızca kendilerini daha önemli hissedebilmek için kurumun parçası olmaya ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaca anlayış göster ve asla öfkeye kapılma. 
8.  Korkunun kendisi yeryüzünde var olmamıştır. Sadece korkunç düşünceler ve ürkek davranışlar vardır. 
9.  Her attığın adımda, her şeyin yolunda gitmesi için düşünmeye başlarsan hiç adım atamazsın. Gelecek, kimseye vaat edilmemiştir.. Hayatın kendisi başlı başına bir risktir. Eğer yaşamdan istediklerini elde etmek istiyorsan, paniklemene sebep olan düşüncelerini bir kenara atıp, yaşamın nimetlerinden yararlanmaya başlamalısın. Aslına bakarsan, korkulu düşüncelerin yalnızca kafanda yaşarlar. Gerçekle yüzleşmekten pek hoşlanmazlar. Antik çağlardan bir bilge, “Ben yaşlı bir adamım, hayatım gerçekleşmeyen güçlüklerle doluydu”  demiş. 
10. Eğer korkular nedensiz ise faydaları yoktur ve mutluluğun için onlardan kurtulmalısın. 
11. Eğer büyüklerin sana çocukluğunda böyle davranmışlar ve sen hala onların yüzünden bir takım korkuların esiri olduğunu düşünüyor ve onları suçluyorsan hayırlı olsun, hayatın boyunca onlarla yaşayacaksın. Çocukluğunda yapılanlar değiştirilemez ve sen bu bahaneye sığındıkça hep aynı kalmaya mahkumsun. Anlamalısın ki büyükler sana kendi bildiklerini aktardılar. Şimdi senin sıran. Bildiklerini uygulamaya başla ve yaşamını doğru bildiğin şekilde sürdür. At kendini hayatın ortasına, emekle, başarısız ol, başkasını dene, olmadı değiştir. Kısacası deneyim kazan. Şuna gerçekten inanmalısın; denemek ve deneyim sahibi olmak seni daha akıllı ve başarı şansı yüksek biri yapacaktır. Gerekli deneyimlerden geçmeyi reddetmek “bilmek istemiyorum” demektir. Bilmemek zayıflatır ve başkalarınca sömürülmeni garantiler. 
12. Korku ile yüzleşme arzusuna cesaret denir. 
13. Zayıflıkların yaşamı yönlendirdiğinde eline ne geçer? Korkudan bir şey yapamadığında tek kelimeyle, sömürüldüğünde kendine; “Elime ne geçecek?” diye sor. İlk tepkin “Hiç bir şey” demek olacaktır. Biraz daha derine in ve insanların neden güçlü bir davranış benimsemek yerine sömürülmeyi daha kolay bulduklarını sor. Kontrolü başkalarına bırakmakla, risklerden sakınıp, kendini okkanın altına atmamış olursun. İşler kötü gittiğinde kontrol kimdeyse onu suçlamak, yerin dibine sokmak mümkündür ve sen de böylelikle olaydan sıyrılırsın. Aynı zamanda sömürü düzeninden boş tebrikler almanın konforunu da yaşarsın. Çünkü kolay bir manevra ile “özgür olmak” yerine “sevimli küçük koyun” kalmak seçimini yaparsın. Zayıflıkların yönlendirici olduğunda eline geçen risklerden kaçınmış olmaktır. Ama bazan kendini kösteklemene yol açabilirse de, zihinsel ve davranışsal anlamda yaşamın kalitesini geliştirirken, kendi kendini ödüllendirme sistemine şükretmenin önemini, aklının bir köşesine yaz. 
14. Sen kimseden daha az önemli değilsin. Eğer yaşamını gücünün yönlendirmesi konusunda ciddi adımlar atmak istiyorsan, kendini önem ve değer olarak başkalarından daha aşağılarda görmekten vazgeçmelisin. Ne zaman bir başkasına kendine duyduğundan fazla saygı gösterirsen, sömürü tuzağını kendin kurmuş olursun. Bazan başkalarına kendinden daha fazla saygı göstermen sosyal bir gelenek gereğidir. Sıfatları, ünvanları kullanmak gibi.kendini ifade edebilmek için bu geleneği yıkmak zorunda kalabilirsin. Başkalarını sömürmekte ustalaşmış kişiler, onlara ünvan veya sıfatları ile hitap etmen konusunda ısrar ederken sana adınla hitap ederler. 
15. Herkesin kendinden daha önemli olduğuna inanan bir koyun yerine, değerli, etkili, kendini önemseyen biri ol. 
16. Birçok anne ve baba, hizaya sokmakta en çok zorlandıkları çocuklarını, daha çok takdir ettiklerini bana defalarca itiraf etti. 
17. Oyunun adı güçtür. Sen gayret ettikçe insanlar daha çok saygı duyacaklardır. Gücünü tüketen korkuları kendi beynin üretir ve korkulara yenildiğinde, eline geçenlerin sana pek faydası yoktur. Yaşamı gönlünce sürdürmek cesaret ister, fakat cesaret doğuştan gelen ve sonsuza kadar orada olacak bir özellik değildir. Her meydan okuyuşunda içinde hissetmen gerekir. 
18. Yaptığında mutsuz olacağın bir şeyi yapmama özgürlüğünü kullandığın için arkadaşlarının seni sevmeyeceklerinden korkuyorsan, kendine, “istediğim gibi davrandığımda benden hoşlanmayacak arkadaşlara gerçekten ihtiyacım var mı?” diye sor. 
19. Her şeyi daima yaptığın gibi yapmaya devam edersen, gelişme ve büyüme imkansızdır. 
20. Hayvanlar, bitmiş şeylere takılıp, dikkat sarf etmezler. Tatlı anılardan yoksundurlar. Anlamsız düşüncelere dalmak veya karşılıklı çamur atmak yetenekleri olmaması da nimettir. Yaşadıkları an için, o anın şartlarına göre davranırlar. 
21. Yalnızca bu anı yaşayabileceğine göre eskide kalanların seni incitmesine izin vermek abesle iştigal ve kendini inkardır. Geçmiş dışında, değişmesi imkansız ve sinirlenmenin mantıklı hiç bir sonucu olmayacak daha birçok şey var. Ya bunları oldukları gibi kabul etmeyi öğrenirsin ya da onlarda rahatsızlık duymaya devam edersin. Değiştirmek için hiç bir şey yapamayacağını açıkça kabul etmen gerekenler;
  • (a)Hava Koşulları
  • (b)Zaman akış hızı
  • (c)Vergiler
  • (d)Yaşın
  • (e)Başkalarının senin hakkındaki fikirleri
  • (f)Tarihi olaylar
  • (g)Boyun ve Genel görünüşün
  • (h)Diğerlerinin Hastalıkları
  • (ı)Ölüm
  • (i)Doğa
 22. Değiştiremeyeceklerini sevmeyi öğren, hem de çok. Onlar senin.
 23. Seni sömürmek isteyen, konuyu senin geçmişte yaptıklarına getirdiği sürece istediğini elde edemezsin.
 24. Aşağıda geçmişe yönelik yedi cümle var. Bunlar insanları cezalarına gönüllü katlanmaya razı etmek için kullanılan çeşitli yöntemlerden bazılarıdır.
  • ¨       Niye böyle yaptın?
  • ¨       Önce bana sorsaydın
  • ¨       Ama biz hep böyle yaparız.!
  • ¨       O zaman böyle demiyordun ama....
  • ¨       Keşke şöyle yapmasaydım.
  • ¨       Normaldir, olur böyle şeyler.
  • ¨       Kimin hatası?
 25. Bize hatırlamayı öğretirler. Neden unutmayı öğretmezler? Yaşayan hiç bir insan yoktur ki, yaşamının bir yerlerinde hatıraların bir tanrı lütfu olduğu kadar da bir lanet olduğunu düşünmemiş olsun.
 26. Hepimiz hata yapmıyor muyuz?. Ve unutma, onların eskiden yaptığı hataya kızgın olmakla yaşamında az da olsa etkili olmalarına izin vermiyor musun?
 27. Bireylerin dünyasında kıyaslamak anlamsız bir aktivitedir.
 28. İnsanlar gerekli cevapları içlerinden bulup çıkartamadıklarında ise hazır sunulmuş standarda başvururlar; başkaları ile kıyas. Herkes bundan memnundur çünkü herkesi hizada tutar.
 29. Hiç bir şey akıl sağlığından daha kutsal değildir.
 30. Benzersiz olmanın yanı sıra, kabullenmememiz gereken başka bir kavram da daima yalnızlığımızdır. Evet, yalnız! Yüzlerce insanla çevrili, biri ile sevişiyor veya bir hücreye kitlenmiş olmamız bir şey değiştirmez ve asla hiç kimse bir diğerinin hissettiklerini hissedemez. Yalnızlık kaçınılmazdır. Varoluşun temel kurallarından biri de benzersiz düşünce ve duygularımızla yapayalnız olduğumuzdur.
 31. Dünyanın en güçlü kişisi, en yalnız ayakta durabilendir.
32. Her bireyin doğasında kendi güzelliği vardır, ve her aklın kendi yöntemi olmuştur.     Gerçek insan, kurallar sayesinde asla bir şey elde etmez.
33. Birileri kendi değerlerini başkalarına güç gösterisi yaparak anlayabiliyorsa, bu gösteri alışkanlığını sürdürebilmek için her şeyi yapacaklardır.
 34. Aşağıda dikkati başkalarına çekerek sömürme amacı ile sık kullanılan cümlelerden bazılarını sıraladım. Kendin veya başkaları tarafından seni hedeflerinden alıkoymak için kullanılan bu sözlere karşı uyanık ol..
  • ¨       Sen, neden ...... gibi olamıyorsun?
  • ¨       Senden başka şikayet eden yok!
  • ¨       Dünyada herkes senin gibi yapsaydı...!
  • ¨       Elindekiyle yetinmelisin.
  • ¨       Olay çıkartma! Beni yerin dibine sokuyorsun.
  • ¨       Neden kardeşlerin gibi olamıyorsun?
  • ¨       Onlar böyle istiyorlar. Buna izin vermezler. Onlar şöyle yaparlar.vb.
  • ¨       Bu bir Tanrı buyruğudur.
 35. Zorlamadan, eğlenceli ve rahat yaşayanlar en etkili insanlardır. Bir şampiyonun hareketlerine dikkat et, sanki çok kolaymış gibi görünür. Bir sanatçının sanatını icra edişi de öyle. Doğal görünür çünkü onlar yaptıkları ile savaşmazlar. Genellikle kendilerini zora koşan ve yaptıkları işi gereklilik olarak görenler başarısız olurlar. Kazanmak zorunda olduğunu düşünen bir şampiyon şampiyonluğu başkasına kaptırır.
 36. Yüce gönüllere en büyük saldırı daima sıradan akıllardan gelmiştir.
 37. Başkalarına açıklama yapmak zorundaysan, seni her zaman anlamaları için çaba harcıyorsan, davranış ve sözlerinle seni önemsemelerini sağlamaya çalışıyorsan, o zaman sen sakince etkili olamayan birisin.
 38. En iyi ilişkilerde insanlar bir diğerinin her yaptığını analiz etmek yerine, onu olduğu gibi kabul etmişlerdir.
 39. Eğer şöyle bir düşünürsen, iki değişik insan olduğunuz, birbirinizi her zaman tamamiyle anlayamayacağınız, aslında bunu istemenin de yanlış olduğu gerçeğine varacaksın. Öyleyse neden birbirinizi olduğu gibi sevmek için gayret etmeyesiniz.
 40. Kendini ispatlamaya çalışmak demek kanıt göstermek zorunda olduğun kişiler tarafından yönetilmek demektir.
 41. Zarafet ya da incelik; başkalarının kendilerini incitmelerine dahi sebep olmamak demektir.
 42. İnsanlar evliliklerinde ve aile yaşamında kendilerini özgür hissetmiyorlar, çünkü genelde devamlı kendilerini ispatlama zorunluluğu veya daima anlaşılmama korkusu duyuyorlar. Bu iki faktörü ortadan kaldırmak mümkün olsaydı , boşanma ile neticelenen birçok evlilik kurtarılabilirdi.
 43. Melankoli ile yaşamlarını baltalayan insanlardan sakın.
44. Kimsenin onları anlamadığını iddia ederek başkalarını sömürürken, diğer taraftan da anlaşılmamak için ellerinden geleni artlarına koymazlar. Kesinlikle memnun olmazlar ve asla kendi problemlerini çözmeye istekli değildirler.
 45. Büyük olmak yanlış anlaşılmaktır.
 46. İnsanlar sana, senin onlara öğrettiğin gibi davranırlar.
 47. O , kötülüğünü sergileyen değildir ama onu bakış açımızdan dolayı biz hakaret olarak algılarız, böylelikle birileri sizi tahrik ettiğinde, tahrik olma fikri size aittir.
 48. Seni inciten başkalarının davranışları değil, onların hareketlerini nasıl algılayacağına dair senin verdiğin kararlardır. İncinme hakkında beklenti ve davranışlarını değiştirdiğin zaman kısa sürede göreceksin ki, artık kullanılmıyor ve sömürülmüyorsun.
 49. Çocuklar yalnız kaldıklarında anlaşmazlıklarını çözmekte mükemmeldirler ve nadiren hakeme ihtiyaç duyarlar. Yeter ki ilgiye veya hakemin sağlayabileceği avantaja gereksinim duymasınlar. İşlerine karışmayıp hakemliğe heveslenmezsen onların düşünme yeteneklerini geliştirmeyi, kendi imkanlarıyla yetinmeyi ve başkalarını sömürmeden yaşamayı öğrenmelerine yardımcı olursun.
 50. Katlanmanın bittiği yerde eşitlik başlar.
 51. Evdekilerden herhangi biri kendi sorumluluklarını üstüne yıktığında, şikayet ediyor ama yine de üstleniyorsan unutma böyle davranmayı o kişiye sen öğrettin.
 52. Başkalarına şikayetsiz yapacağını öğretirsen bunlar otomatikman ölene kadar senin sorumluluğun haline gelirler.
 53. Dayak yeme ya da odaya gönderilme pahasına olsa bile çocuklar anne babalarını öfkelendirme konusunda birer uzmandırlar. Bunu da o anda ilgi odağı olabilmek için yaparlar.
54. Madem sen yaptıklarınsın o halde, yapmadığında sen değilsin.
 55. Asla bir kuruma sadakati ve diğer şeyleri kendine sadakatten üstün tutma.
 56. Hayatta hiç bir şey mutluluğun pahasına kendini adayacak kadar değerli değildir.
 57. Özgürlük, başkalarının sömürüsünden kurtulmakla sınırlı değildir. İşler, şirketler ve diğer insan yapımı kurumlar gibi şeylerin etkisinden de bağımsız olabilmek tam anlamıyla özgürlük demektir. Bazı insanlar kişisel özgürlükleri için aile ve arkadaş ilişkilerinde canlarını dişlerini takıp savaş verirler. Birey olarak saygı talep eder ve yaşamlarını nasıl sürdüreceklerine karışılmasından kesinlikle hoşlanmaz ve izin vermezler ama işlerinin ya da hizmet ettikleri kurumun esiri olmuşlardır. Genellikle zamanlarını nasıl düzenleyeceklerini bilemezler, günlük yaşamlarının akışını kendi ellerine alamazlar. Nadiren kendileri ile barışık ve huzur içindedirler. Kafaları daima yarış halindedir. Asla işlerinden bir şeylere ayıracak enerjileri yoktur. Ne komiktir ki bu insanlar kimsenin onlara sahibi olamayacağını ve bağımsız olduklarını savunurlar.
 58. Sadakat kölelik değildir. Bir kuruluşa bağlı olabilir, kendini doğruluk ve şerefle görevlerine, onların kölesi olmadan adayabilirsin. Dünyada kayıtsız şartsız sadık olman gereken en önemli kişi kendinsin. Hayat, önünde birçok seçenek dururken, bir kurum veya iş tarafından kontrol edilsin diye harcanmayacak kadar kısa.
 59. Başarılı her kişi başarısını yüzlerce, binlerce, yüzbinlerce yenik insana ödetir.
 60. Bazan daha fazlası, daha azdır.
 61. Zengin insanlar, daha zayıf, daha aç oldukları, daha küçük şeylerden mutluluk duydukları, sevginin para ile ölçülmediği günlerden daha çok bahsederler.
 62. Kendi fikirlerini konuya sokmadan ve konuyu kendileri ile ilgili alana çekmeden başkalarının ilgilendikleri konuları dinlemeleri neredeyse imkansızdır.
63. Eğer altı ay sonra öleceğini bilseydin, şimdi yaptıklarından farklı ne yapardın? Sonra kendine çok gerçekçi bir soru yönelt ; “Niçin Yapmıyorum?” Şimdi kalk ve yap!
 64. Örneğin; insanlar genellikle “Ne kötü (veya ne güzel) bir hava” gibi zararsız görünen cümleler kullanırlar ama bunlar gerçekliğe dayanmaz. Gün, senin ona eklemeye karar verdiğin yargıya göre iyi veya kötüdür. Eğer yağmurun kötü olduğuna ilişkin bir yargın varsa bu yargıyı her yağmurlu günde kullanırsın ve dünya üzerinde birçok insan (çiftçiler hariç) bu yargına katılır. Fakat gerçekte; o gün de herhangi bir gündür ve sen nasıl yargılarsan yargıla olduğu gibi devam edecektir.
 65. Gerçek, senin istek ve arzularından etkilenmeden olduğu gibi yalın gerçekliğini sürdürür.
 66. Gerçeklere sinirlenmek sadece çılgınlıktır.
 67. İnsan, yüzü kızaran veya buna ihtiyaç duyan tek hayvandır.
 68. En basit ve eski yöntem; bir renge veya boşluğa konsantre olup tek sesli bir kelimeyi tekrarlayarak, düşünceleri yavaşça ve zorlamadan zihinden uzaklaştırmak, sessizlik ve gevşemeyi deneyimlemektedir.
 69. Bir organizma üzerine içerden veya dışardan stres yüklendiğinde, zihin organizmanın yapmaya uğraştığı şeye karşı faaliyet gösterir.
 70. Bir başka insanla sadece içinde yaşadığın anı paylaşabileceğini kabul et.
 71. Seninle veya senin için çalışanların, eşin, çocukların ve seninle birlikte yaşayanların sana bir borçları olduğu yanılgısından sıyrıl. Hiç kimsenin sahibi değilsin ve kaşlarını çatarak onları seninle aynı şekilde düşünmeye ikna edemezsin. Eğer ikna edebiliyorsan her iki taraf için de umut yok demektir. Bu bilgi ile donandığında, diğerlerine kendine has bireyler olma şansı verirsin ve birçok baş ağrısı ile sömürü tehlikesinden uzak yaşarsın. Senden genç olanlara rehberlik, isteyenlere yardım edebilirsin ama asla birinin sahibi olamazsın ve ne kadar sinirlenirsen sinirlen bu gerçeği değiştiremezsin.
 72. Başarı bir yolculuktur, varış noktası değil.
 73. Bütün zayıf insanlar gibi fikrini değiştirmemek için aşırı stres yüklenerek direniyordu.
 74. Kararlılık ile inatçılık arasındaki fark, birinin genelde güçlü bir iradeden diğerinin ise güçlü bir olumsuzluktan gelmesidir.
 75. Bir alanda çalışmak istiyorsan nasıl yapılması gerektiğini ve herkesin nasıl yaptığını boşver. Kendi yolunla ve bir gün başaracağını umarak yap. Başaracaksın. Aksi halde şu anda olduğun yere çakılı kalacaksın. Yapılacak hiç bir şey olmadığını söylediğinde içinde bulunduğun sömürüyü savunmaktan başka yapacak bir şeyin olmayacak.
 76. Yaşamın her durumda kendi seçiminin ürünüdür. Kendi tarzını yaratıcı canlılığa doğru değiştirmek için sağlıklı seçimler yapabilme kapasitesine sahipsin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder